ZEİTGEİST ZAMANIN RUHU - EVRİM HAKINDA

  ANA SAYFA
  İLETİŞİM
  DUYURU
  FORUM ALANI GİRİŞ
  KENDİ LİNKİNİ GÖNDER
  Zeitgeist Alanı
  ZEİTGEİST NEYİ ANLATIYOR
  CANLILARIN BİRBİRİNE BAĞIMLILIĞI
  PARASAL SİSTEMİN OLUŞMA AŞAMASI
  PARANIN SAHİPLERİ
  Kişisel Yorumlarım
  DİN İLK ANAYASA KİTABIDIR
  DEİSTLİK ARA GEÇİŞ DÖNEMİ
  HOLOGRAFİK EVREN VE DİN
  NEDEN HESAPSIZ ÜREME
  EŞİTSİZLİK BAKIŞ AÇISI
  DÜNYADA TEK DİLİN ÖNEMİ
  ÜTOPYA VE HAYAL
  SAĞLIK AÇISINDAN CAHİLLİK VE YOKSULLUK KARDEŞTİR
  SONUÇ: NASIL BİR YAŞAM
  CAHİLLİK AİLE VE TOPLUM MİRASIDIR
  Farklı Görüşler
  RİCHARD DAWKİNS EVRİM
  EVRİM HAKINDA
  ATOM DÜNYASI EVREN KUANTUM FİZİĞİ
  TEK DÜNYA DEVLETİ
  DİN VE İNANÇ HAKKINDA
  MEDENİYETLER ÇATIŞMASI
  DİYALEKTİK BAKIŞ
  KAPİTALİZM ELEŞTİRİSİ
  Bilinç Algı Felsefe
  BİLİNÇ BİLİNÇALTI
  ÖZBENLİK
  OSHO FELSEFESİ
  GÖZLEM VE ALGI
  __________________
  ZEİTGEİST ANKETİ
 
EVRİM HAKINDA BİLGİ VE VİDEOLAR
EVRİMİN ORTAYA KOYDUĞU ŞEY, YARATICININ VARLIĞI, YOKLUĞU V.B BİR ŞEY DEĞİL. YAŞAMIN NASIL BAŞLADIĞIDIR (NEYİN,KİMİN BAŞLLATIĞI DEĞİL), SONRASINDA TÜRLERİN, BU İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ DÜNYANIN, GEÇİRİDİĞİ SÜRECİ BİLİMSEL OLARAK DELİLLERİYLE KANITLAMAYA ÇALIŞIYOR, ANLATIYOR. 

_____________________________________________________________________

Abiyogenez nedir?


Kambriyen öncesi stromatolitler
Doğa bilimlerinde abiyogenez, yaşamın kökeni sorusu, yeryüzünde yaşamın canlı olmayandan nasıl gelişebildiğinin araştırılmasıdır. Bilimsel uzlaşmaya göre abiyogenez 4,4 milyar yıl öncesi ile 2,7 milyar yıl arasında meydana gelmiştir. Bu zaman aralığının başı olan 4,4 milyar yıl öncesi, su buharının sıvılaştığı zamandır.2,7 milyar yıl öncesi ise, sabit karbon (12C ve 13C ), demir (56Fe, 57Fe, ve 58Fe) ve kükürt (32S, 33S, 34S, ve 36S) izotop oranlarının mineral ve çökeltilerin biyolojik kaynaklı olduğuna, biyolojik göstergelerin ise fotosenteze işaret ettiği zamandır. Bu konu aynı zamanda, Büyük Patlama’dan beri evrenin 13,7 milyar yıllık gelişimi sırasında gerçekleşmiş olabileceği düşünülen, güneş sistemi veya dünya dışından yaşamın kaynaklandığını öne süren panspermia ve dış kaynaklı (eksojen) kuramlarını da içermektedir.

Yaşamın kökeni çalışmaları biyoloji ve insanın doğal dünyayı anlaması üzerinde çok büyük etkisi olmasına rağmen sınırlı bir araştırma alanıdır. Bu sahadaki ilerlemeler, araştırılan sorunun önemi yüzünden birçok insanın ilgisini çekse de genellikle yavaş ve aralıklıdır. Önerilen bir çok kuram içinde demir-kükürt kuramı (önce metabolizma) ve RNA dünya hipotezi (önce genler) en çok rağbet görenlerdir.

____________________________________________________________________________________

Yaşamın Başlangıcı


En iyi tahminlere göre yaşam; bundan üç milyar yıl önce, o zamanlar iki milyar yaşında olan dünya canlıları barındıracak kadar soğuduğunda başladı. Son derece küçük ve oldukça basit deniz yaratıklarının iki milyar yıldan daha eski fosilleri var.
Bu fosilleşmiş yaratıkların ataları herhalde daha da küçüktü. En ilkel canlı biçimi, belki de bugün bolca bulunan basit tek hücreli canlılara hiç benzemeyen bir tek-hücreydi.

Öyleyse bizim yoğunlaşacağımız soru şu: bir hücre, yaşamaya ilk olarak nasıl başlamış olabilir, bu nasıl mümkün olabilir? Soru “hücre nasıl yaşamaya başladı?” değil; bu hiçbir zaman yanıtlanamayacak bir sorudur. Çünkü bu olaya tanıklık edecek kimse yoktu o zaman. Ama yaşamın nasıl oluşabileceğini sormak hakkımızdır. Akıllıca tahminler ve olasılıkları gösteren deneyler yapabiliriz.

Gerekli Maddeler

Jeologların, paleontologların, fizikçilerin, biyologların çalışmalarına dayanarak, dünyanın üç milyar yıl önce nasıl bir yer olabileceği konusunda oldukça iyi bir fikrimiz var. Bilim kurgu kitapları ve filmleri olayı çok canlı ve belki de doğru resimliyorlar; lav ve kayalardan oluşmuş, gri, tümüyle kısır, hiç yeşili olmayan manzaralar, patlayan yanardağlar, sivri dağ tepeleri, buharlaşan denizler, alçak bulutlar, arada çakan şimşeklerle gürültüyle parçalanan ve sürekli yağan yağmurlar.
Herhangi bir canlı tarafından görülmemiş ve duyulmamış olaylar. Kuşkusuz bu, sizin ve benim için çok sefil bir ortam olurdu. Ama yaşamın başlangıcı için iyi bir düzendi. Herşeyi harekete geçirmek için gerekenler şunlardı:

1. Ilık bir ortam.

2. Çok miktarda su.

3. Gerekli atomların kaynakları (karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor).

4. Enerji kaynağı.

Su ve ısı, sorun değildi. Dünya soğurken, milyonlarca yıllık yağmur okyanusları doldurmuş hala sıcak olan dünya bu okyanusları ısıtmıştı. Şimşekler bol bol enerji sağlıyorlardı. Bulutlar aralandığı sıralarda da güneşten utraviyole ışınları geliyordu. (Bu ışınlar o zaman şimdi olduklarından çok daha güçlüydüler, çünkü atmosferimizi saran ozon tabakası henüz oluşmamış. Ozon, yeryüzünde bitki yaşamının sonucu olarak yavaş yavaş birikmiş bir oksijen tabakasıdır. Bu tabaka ultraviyole ışınlarını geçirmez.)

Bu koşullar; kuşkusuz başlangıçta, en basit birimlerin, bilgi zincirlerinin (DNA) ve hücre maddesi zincirlerinin (protein)oluşması için yeterince basitti. Ama zincirlerimiz olmadan önce halkalarımızın olması gerekir. Önce DNA nükleotidleri ve proteinlerin amino asitleri oluşmalıdır. Bildiğimiz gibi, bu halkalar ufak moleküllerdir. Bunlar, karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor elemanlarının kimyasal olarak bağlanıp düzenlenmeleriyle oluşurlar.

Basit Moleküllerin Doğuşu

Öyleyse işte senaryomuz: Deniz suyunda erimiş karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor içeren basit bileşikler, ultraviyole ışınları ve şimşeklerle sürekli bombardıman ediliyorlar. Bu arada bir kısmı kalıcı ve dengede olan, değişik kombinasyonlara da zorlanıyorlar.

İşlem yüz milyonlarca yıl boyunca sürerken, deniz, elemanlarının değişik kombinasyonları yönünden giderek zenginleşiyor. Yeni moleküller, bu arada nükleotidler ve amino asitler birikiyor. Sonunda, denizin son derece bol ve bütün yeni molekül çeşitlerini içeren koyu bir çorbaya dönüştüğü bir zaman geliyor.

Zamanın Önemi

Sözkonusu süreçte zamanın önemini kavramak için biraz duralım. Zaman ne kadar uzun olursa birşeylerin olması da o kadar olasıdır. Kimyasal reaksiyonlar için de bu doğrudur. Zaman sınırlaması olmazsa, yeterince uzun süre beklenirse en olanaksız reaksiyonlar gerçekleşebilir. Eğer bu reaksiyonların ürettikleri bileşikler kalıcı (dengeli) iseler, deniz suyunun nispeten değişmez maddeleri haline geleceklerdir.

İçinde Canlı Olmadığı İçin Çorba Varlığını Sürdürebilir

Şimdi denizin çorba gibi olması düşüncesi size aşırı görünebilir. Bunun bugünkü deneyimlerimizle karşılaştırılabilecek hiçbir yanı yoktur. Böyle zengin bir oluşumun birikmesi, canlılar onu hemen yiyip bitireceği için bugün belki de, olanaksızdır.
Bakteriler ve diğer açgözlü yaratıklar şimdi çok kalabalıklar ve ne zaman iyi bir besin kaynağı belirse, hemen onu tüketiyorlar. Kaynak kuruyana kadar üreyip sayılarını arttırıyorlar. Görüyorsunuz ki eskiden yaşam olmadığı için okyanuslar çorba gibi olabilirdi.

Eski Olayların Laboratuvardaki Benzerleri

Aslında, anlattıklarımız hiçbir zaman kanıtlanamayacak bir hipotez. Yine de biz, laboratuvarda bunların olabileceğini gösterebiliriz. Eskiden olduğu öne sürülen koşulların laboratuvarda istenen tepkiyi sağlaması kuşkusuz olanaklıdır. Üç milyar yıl önce denizde bulunduğu düşünülen basit bileşikler bir cam kapta suda eritilebilirler. Kap, şimşeklerin enerji katkısını sağlamak üzere bir elektrik kaynağına bağlanır.

Sistemin bütün parçaları hiçbir canlı hücre olmadığından emin olabilmemiz için önceden strezile edilir. Sonra kaptakilerin bir süre pişmesi için elektrik verilmeye başlanabilir. Sonunda kap açılıp içindekiler incelenir.

Bu deneyin yapılmış olduğunu ve sonucun tümüyle inandırıcı olduğunu sevinerek söyleyebilirim. Hem nükleotidler hem amino asitler beş elemandan bu şekilde oluşturulabildiler. Yani yaşam zincirlerinin halkaları, deniz ve benzeri bir ortamda şimşekleri enerji kaynağı olarak kullanılmasıyla üretildi.

Zincir Moleküllerin Doğuşu

Bundan sonraki adım, açıkça görülüyor ki halkaları, DNA gibi ve protein gibi zincirler oluşturmak için birleştirmektir. İlkel koşulların laboratuvarda yapılmış benzerlerinin, halkaların oluşumu aşamasını sağlamasına bakarak, çalışma ilerletilirse halkaların zincir biçiminde eklenebileceğini de düşünmek akla yakındır.

Nitekim kısa zincirlerin oluştuğunu görüyoruz. Basit kimyalarıyla bugünün DNA’larına ve proteinlerine benziyorlar.

Yine de hatırlayalım, bu deneyler yalnızca ne olabileceğini gösterir, ne olduğunu değil.

Durum Thor Heyerdahl’in; Polinezya adaları halkının Güney Amerika’dan batıya yelken açarak, şimdiki yurtlarını buldukları savını kanıtlamaya çalışırken karşılaştığından farklı değil. Sal üzerinde aynı yolculuğa başarıyla yaparak, yalnızca Polinezyalıların gerçekten bu yolculuğu yaptığını kanıtlamış olmadı, benzer taşıt kullanan herhangi birinin de aynı işi yapabileceğini gösterdi.

Bir Hücreye Doğru

Bu noktadan sonra, hücreyi daha çok tanımak için beş önemli adıma daha göz atabiliriz.

1. Enzimlerin ortaya çıkması: Enzimler, hücre içindeki bütün kimyasal reaksoyunları hızlandıracak özel protein molekülleridir. Bugün canlı hücre; herbiri kendi özel işini yapan, besin maddelerini parçalayan, besinden enerji üreten, basit moleküllerden zincir yapımını kolaylaştıran ve sayısız başka işler yapan binlerce enzim içerir. Olayların denizdeki başlangıç çağlarında yavaş gelişimleri, ancak enzimlerle hızlandırılabilirdi. İlk enzimler, raslantısal olarak birbirine eklenmiş kısa
amino asit zincirleri olsa gerek. Tekrar tekrar “deneme-yanılmayla” bu kombinasyonların bazıları; birtakım reaksiyonları hızlandırabilecek, yalnız kendilerine has bir yeteneği elde etmiş olmalılar.

2. DNA’nın çift kat oluşu: Okyanuslar boyunca DNA zincirinin rasgele eklenen nükleotidlerle yavaş yavaş uzamasını gözünüzün önüne getirmeye çalıştığınızda bazı anlamlı diziler oluşacaktır. Burada “anlamlı”, birkaç yeni ilkel proteini yapmak için gereken bilgiyi içermek olarak kullanılmıştır. Bunlardan bazıları, yararlı enzimler veya önemli strüktürlerin parçaları olacaklardır. Bu narin DNA molekülleri ne kadar uzun olurlarsa, kopma tehlikesi de o kadar büyüktür. Bir korunma yolunun raslantı olarak belirmesi ve onları dengeye ulaştırması iyi olacaktır. Basit bir çift kat halinde birleşme bunu
sağladı. Birbirine sarılmış ipliklerin zarar görmesi, ayrı ayrı tek başlarına oldukları zamandan daha az olasıydı. Dahası, çift kat olmak, DNA’nın üremesi için gereklidir.

3. DNA’nın çoğalması: Bu, çift sarmal DNA zincirindeki her ipliğin, kendisinin tıpatıp bir kopyasını yapması, sonuçta ikinci bir çift sarmalın oluşması demektir. Son derece basit ve zarif olan bu işlem, bir halatın çözülüp ayrılışı gibi iki zincirin birbirinden ayrılmasıyla başlar. Yeni nükleotidler, eski zincirlerin herbiri boyunca düzenli bir şekilde sıralanırlar ve sonra birbirine eklenirler. Nükleotidlerin her yeni zincirdeki dizilişleri, şaşmaz bir biçimde eski zincirdeki nükleotidlerin dizilişiyle belirlenir. Bunun nedeni; bağlanmak üzere gelen yeni nükleotidlerin, yalnızca eski zincir üzerinde kendilerine karşılık
gelen türden nükleotid ile ikili oluşturabilmelidir.

Bu iş bitince, herbiri, bir eski bir yeni zincirden oluşmuş çift katlı iki zincir ortaya çıkmış olur. Bir çift katlı zincir, diğer çift katlı zincirin her yönüyle aynıdır. (Hücre içinde bu iş tamamlandığında, hücre ikiye bölünmeye hazırdır. Bölünmeden sonra iki yeni hücrenin herbirinde birbirinin eşi birer çift DNA zinciri olacaktır.)

DNA’nın iki katına çıkması, DNA molekülleriyle nükleotidlerin kendi başlarına yapabilecekleri bir iş değildir. Şimdi olduğu gibi sanırız yaşamın başlangıç aşamalarında da bütün diğer hücre reaksiyonlarında olduğu gibi enzimler gerekliydi.

4. Temel maddelerin paketlenmesi: Hücre genetiği içinde kritik bir olay, önemli moleküllerin çevrelerinin bir sargı veya zarfla çevrelenmesidir. Bu; hem DNA’nın, hem proteinlerin, hem de diğer önemli moleküllerin korunmasına yarar. Onları birlikte daha etkin çalışabilsinler diye birbirlerine yaklaştırır. Proteinler ve yağlar “zar” denilen hücre sargısının en önemli elemanlarıdır. Yağlar, hücrenin çevresinden yalıtımım, yani su geçirmezlik niteliğini sağlarlar.

5. Hücrenin ikiye bölünmesi: Molekülleri bir “zarla” sararsak, hücreye çok benzer bir şey elde ederiz. Ama hücre bölünemiyorsa hiçbir işe yaramaz. Gerekli olanlar şunlardır: Yeni bir hücre yapabilmek için bölünebilen bilgi, önemli hücre işlevlerini yerine getirecek enzimler ve bunların hepsinin bir zar içinde toplanıp korunması. Bu paketin bölünmesi, çok karışık bir işlemde bütün bileşenlerin işbirliğini gerektirir ki, bunun nasıl gerçekleşebildiğini, bugün bile anlamış değiliz. Ama bölünebilen hücreler bir kez ortaya çıkınca, günümüze kadar gelen yol açılmış oldu.

Hayat Yalnızca Bir Defa Ortaya Çıktı

Bu olağanüstü yaratılıştan tek bir olaymış gibi söz ediyorum. Belki de öyleydi. Böyle söylemek için iki neden var. Birincisi bugün her canlı yaratık (istisnasız hepsi) aynı yapı malzemelerini kullanıyorlar: Aynı dört nükleotidi, yirmi amino asidi ve diğerlerini. Aynı genel makinelerle protein moleküllerini yapıyorlar (ribosomlar, transfer RNA, mesajcı RNA) ve yaşamın diğer işlerini yönlendiriyorlar. Hayatın bir defadan fazla başlangıcı olduğunu düşünsek, her başlangıcın değişik yapı malzemeleri, makineleri olacaktı. Bütün canlı yaratıkların aynı yapı malzemeleri ve makinelerini içermeleri gerçeği, tek bir başlangıç savını güçlendiriyor.

Tek başlangıca inanmanın ikinci nedeni de canlıların en erken biçimlerinin, içinde oluşturdukları çorbayı çabucak tüketecekleridir. Böylece, kendileri ve onlardan üreyenler, milyonlarca yılda elde edilmiş zengin çevreyi harcıyacaklardır. Ufacık hücre ve yavrularının, o koca okyanuslar dolusu iyi besini yok edivereceklerine inanmak biraz zor olabilir. Ama hemen bunun olabileceğini gösteren bir örneğe bakabiliriz. Çok rastlanan E. koli bakterisi, kendisi için uygun besin olduğu zaman, her yirmi dakikada bir nüfusunu iki katına çıkarabilir. Bu demektir ki şu anda yalnızca bir tek hücreyle başlasak, yirmi dakika sonra iki, bir saat sonra sekiz hücremiz olur. iki saatte 64, üç saatte 512, dört saatte 4096, beş saatte 32768 ve böylece sürüp gider. Hücre kütlesindeki artışın bir atomik zincir reaksiyonu olduğunu görebilirsiniz. Aslında, E. kolisi bolca besinle yirmidört saat üremeye devam etse, üreyen hücreler dünyanın yüzeyinde bir mil uzunluğunda kabuk oluştururlar. Burada önemli olan nokta, basit bir hücrenin besin stoku bitene kadar veya atıkları kedisini zehirleyene kadar, yiyip bölünebilmesidir. Tüketilecek gıda kütlesinin sınırı yoktur. Böylece, oldukça kısa bir zamanda, ilkel bir hücre ve ondan üreyenler, okyanuslardaki bütün besini tüketebilir. Artık yeni canlıların ortaya çıkmasına olanak kalmaz.

Enerjinin İşe Katılması

Enerjinin, yaşamın başlaması için gerekli olduğunu belirtmiştik. Şimşeğin çakışı, bir ultraviyole patlaması, moleküllerin zincir moleküller oluşturmak üzere birbirine bağlanmasına neden olabilir. Bu zincirlenme ve yaşama işleminin temeli ve varlığı için çok önemlidir ve her zaman da önemliydi.

Hayatın Kökleri Mahlon B. Hoagland

  ___________________________________________________________________________________
Alglerin Sudan Karaya Geçişi

Posted in Makaleler - Hayat değişimdir 20 yıl öncesine kadar algler üzerine çalışan bilim adamları bu çalışmalarını ultrasütrüktürel yapılar üzerinden gerçekleştirebiliyorken, günümüzde “moleküller çağı” yaşanmaktadır. Böylelikle çok sayıda evrimsel aşama ve geçiş moleküler verilerin ışığında gözden geçirilmiş ve yeniden düzenlenebilmiştir.
Yeşil algler ve karasal bitkiler arasındaki bağlantı biyologlar için evrimsel filogeninin henüz ortaya çıkmadığı zamanlardan, yüzyıllar öncesinden beri bilinmektedir. 1950 yılından itibaren Chlorophyta (bir yeşil alg kladı) ve karasal bitkilerin monofiletik bir grup olduğu yani ortak kökenden türedikleri bilinmektedir.

Günümüzde ise fosil verileri ve morfolojik verilerle birlikte, ribozomal DNA küçük alt birimi (18S rDNA) ve organel genomlarıyla yapılmış olan moleküler çalışmalarla elde edilen veriler kullanılmaktadır. Bu veriler, tüm alglerin (sucul ve karasal) ve sucul yeşil alglerden köken almış olan karasal bitkilerin evrimsel bağlantılarını gösteren kladogramlarla* ortaya konmuştur.
Yapılan çalışmalara göre yeşil alg soyu bir buçuk milyar yıl öncesinde or taya çıkmıştır ve karasal bitkilerin bu soydan ayrılması 425–490 milyon yıl önce meydana gelmiştir. Yeşil algler iki büyük soy şeklinde evrimleşmiştir.

Bu soylardan birisi, yeşil algler olarak bildiğimiz ve çoğu algin dâhil olduğu “chlorophyte” kladıdır. Bu klada kamçılı yeşil birhücreliler ve koloniler (örn. Chlamidomonas ve Volvox), flamentli dallı (örn. Chladophora) ve dalsız formlar (örn. Oedogonium), yeşil su yosunları (örn. Ulva), çok sayıda karasal alg (örn. Chlorella), karasal epifitler (örn. Trentopohlia), ve çok sayıda fikobiyont (örn. Trebuxia) dâhildir.
Diğer soy, “charophyte” kladı, daha az sayıda yeşil algi barındırır, bunlardan bazıları oldukça yaygındır (örn. Spirogyra, Chara). Bu klad beş küçük ve birbirinden uzak yeşil alg grubunu barındırır ve bunlardan birisi de bildiğimiz karasal bitkilere öncüllük etmiştir.

Embiyophytelerin atalarının karaya geçişleri, yeşil plastid taşıyan soyun çok sayıda yaptığı geçişlerden yalnızca birisidir. Bilinen karasal soyların bir kladogramla haritalanması karasal ortamlarda yaşayacak şekilde evrimleşmenin yaygın olarak görüldüğünü ve filogenetik olarak sınırlanmadığını göstermektedir. Karasal yeşil alglere, karasal bitkilere de içine alan en az altı klada rastlanır. Bilinen tüm karasal alglerin ve karsal bitkilerin sucul ataları olduğu görülmüştür.

Bu tip evrimsel dallanmaların büyük ekolojik değişimlerle eşzamanlı olarak gerçekleştiği jeolojik ve paleontolojik kayıtlarla da ortaya konmuştur. Çevresel baskıların şiddetlendiği dönemlerde meydana gelen yoğun seçilim baskıları canlıların çeşitlenmesinde itici bir güç olmuştur. Peki, su yosunlarının karasal habitatlara yerleşebilmelerini sağlayan doğal seçilim baskıları hangi çağda ve ne şekillerde ortaya çıkmıştır? Karada yaşayan en eski damarlı bitki fosili Cooksonia’ya Silüriyen katmanlarında rastlanmıştır. Bu çağ suların gelgitlerle çekildiği bir dönemdir. Suların bu şekilde çekilmesi kıyılarda alglerin kuruluğa ve diğer uç koşullara (aşırı sıcak, aşırı tuzluluk gibi koşullarda yaşayabilen alg türleri günümüzde de yaşamlarını sürdürmektedirler) dayanabilecek şekilde seçilmesine neden olurken, çeşitli lagünlerin ve bataklıkların da yeni habitatlar oluşturmasına izin vermiştir. Bu seçilim baskıları bitkisel evrimin yeni bir yola girmesine yol açmıştır. Silüriyen’den itibaren karasal bitkiler, karasal hayvanların da ortaya çıkışıyla birlikte yeni tozlaşma yöntemlerine adapte olarak hızla çeşitlenmeye başlamıştır.

Kladogramlar moleküler ve morfolojik verilerin sonucunda canlı gruplarının birbirleriyle olan evrimsel ilişkilerini zaman ve yakınlık bakımından ortaya koyan şemalara verilen addır. Bu şemalar genellikle eldeki verilerle yapılan maksimum benzerlik analizi ve maksimum parsimoni analizleri sonucunda ortaya çıkarılırlar. Klad ise bu haritalar üzerindeki herhangi bir monofiletik gruba verilen genel addır.

Kaynaklar:
LEWIS, L. A., McCOURT, R.M. 2004. Green algae and the origin of land plants, American Journal of Botany 91: 1535–1556.
CHAPMAN R.L., BUCHEIM, M.A. 1992. Green algae and the evolution of land plants: inferences from nuclear-encoded rRNA gene sequences, BioSystems 28: 127–137.
MCCOURT, R. M. 1995. Green algal phylogeny. Trends in Ecology and Evolution 10: 159–163.
PELT, J.M., MAZOYER, M., MONOD, T., GIRARDON, J. 1999. Bitkilerin En Güzel Tarihi, Yaban Yolculuk, 15-40, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/jeolojik/Fanerozoik/Paleozoik/Siluriyen/index.htm
http://www.mta.gov.tr/muze/paleo/jeolojik_zaman.html

  _________________________________________________________________________________

Sudan karaya geçiş, geniş bir yelpazede düşünecek olursak, ne gibi özelliklerin geliştirilmesine ve ortaya çıkmasına neden olmuştur?

Evrim süreci içerisinde sudan karaya geçiş, canlıların dış yapılarında ve fizyolojilerinde birçok yeni mekanizmanın geliştirilmesini gerekli hale getirmiştir. Öncelikle canlı, karada vücut ağırlığını suyun kaldırma kuvveti olmaksızın taşımak zorundadır. Bu yüzden iskelet daha güçlü ve daha gelişmiş bir hale getirilir. Buna bağlı olarak karada, daha etkin bir hareket yeteneği de gereklidir. Çünkü canlı hem besinini aramak durumundadır, hem de karada sayıca daha fazla olan düşmanlarından korunmalıdır. Bu nedenle güçlü üyeler geliştirilir ve hatta bu üyelere çeşitli adaptasyonlar kazandırılır. Tırnak, toynak, pençe gibi oluşumlar ile kanat oluşumu; hem hareket yeteneğini arttırmak, hem de üyelerin daha etkin şekilde kullanılmasını sağlamak için kazanılmıştır. Daha sonra yaşam alanı olarak seçilen farklı ortamlara ve canlının yaşayış şekline bağlı olarak, bu üyelerde çeşitli değişimler (modifikasyonlar) veya körelmeler de görülür. Ancak sadece üyelerin geliştirilmesi de yetmez, buna ek olarak duyular ve duyu organları da geliştirilerek, sinir sistemi daha karmaşık bir hal alır.

Yaşama ortamının değişmesiyle ortaya çıkan bir diğer sorun, vücudun iç dengesinin korunması olacaktır. Öncelikle vücut içi su dengesi önem kazanacak, buna uygun olarak da böbrek yapısı ve boşaltım ürünlerinin niteliği (daha katı olacaklardır) değişecek, ayrıca vücuttan su kaybının önlenmesi için yavaş yavaş çeşitli adaptasyonlar geliştirilecektir. Deri üzerinde bulunan pul, kabuk, bağa, tüy, kıl, saç gibi yapılar sayesinde, vücut ile dış ortam arasındaki su alışverişini düzenlenir. Bu yapılar ayrıca, vücudun ısı dengesinin korunmasında da görevlidir. Balıklarda bulunan pullar da vücudun su ve tuz dengesinin korunmasında görevlidir. Ancak kara yaşamında koşullar çok daha sert ve ani değişiklikler gösterebileceğinden, hem bu tip yapılar hem de düzenleme mekanizmaları karasal canlılarda daha çok gelişir.

Deri altında, çeşitli görevlere sahip olan bezler geliştirilerek, belirli koşullara daha kolay karşı koyulması saptanır. Örneğin; ter ve tuz bezleri gibi yapılar, vücudun iç dengesinin korunmasından sorumludur. Çeşitli yapıdaki zehir ve koku bezleri, hem savunmada hem de tür içi ve türler arası haberleşmede görevlidir. Suda yaşayan canlılarda da bu tip bezler bulunur. Ancak bu son sözü geçenler, kara yaşamında daha fazla ihtiyaç duyulan olgular olduğundan, bezlerin yapısı da daha fazla çeşitlenir ve salgıların özellikleri artar.

Bir diğer sorun, üreme döneminde ortaya çıkar. Suya bağımlı olan canlılarda yumurtalar suya yakın yapıdaki jeller içerisinde suya bırakılırken, karaya geçişte artık böyle bir şans kalmayacaktır. Bunun için de, kendi başının çaresine bakabilen, yani kendi kendini besleyebilen ve koruyabilen bir yumurta oluşturulmalıdır. İşte tam bu noktada, kabuklu ve embriyonik zarlara sahip bir yumurta gelişimi ortaya çıkar. Gerçekten de evrimsel süreç içerisinde gelişen organizasyon düzeyine baktığımızda, hayvanlar aleminde gelişmişlik basamaklarında ilerlendikçe yumurta kabuğunun kalınlaştığını, yumurtanın gittikçe daha dayanıklı bir yapı kazanması sayesinde daha az korunaklı yerlere bırakıldığını, daha sonra yumurta sayısında bir azalmanın gerçekleştiğini, ve en nihayetinde de yumurtadan da vazgeçilip, embriyo gelişiminin annenin vücudu içerisine alındığını görürürüz.

Tabii ki solunum da, bir diğer önemli olaydır. Suyun içerisinde yaşamda, suda çözünmüş olarak bulunan solunum gazları, solungaçlardaki kılcal damarlar yardımıyla vücuda alınır ve dış ortama verilir. Karaya geçişte ise artık atmosferde gaz halinde bulunan oksijene geçiş yapılır ve bu geçiş için de, özel solunum organlarının geliştirilmesi gereklidir. Oksijen ihtiyacının sağlanması ve vücut içerisinde etkin şekilde çevrimi bir anda oluşabilecek kadar kolay bir adaptasyon değildir. Bu nedenle alt karasal gruplarda, deri solunumu, ağız içi solunumu gibi çeşitli yan solunum tipleriyle bu açık kapatılır. Bu arada dolaşım sisteminin yapısı da bir değişim geçirir ve kanın vücudun içerisinde en etkin şekilde dolaşımı için damar ağlarının oluşumu, kalbin odacık yapısı kazanarak oksijence zengin olan ve olmayan kanın birbirinden ayrı tutulması gibi adaptasyonlar kazanılır.

Ayrıca karaya geçiş ile birlikte, gerçek uyku hali ortaya çıkar. Sucul canlılarda "pasif uyku" adı verilen bir uyku görülür. Buna ek olarak, sosyal yaşamın gelişimi ve davranışların çeşitlilik kazanması da, yine karaya geçiş ile birlikte ortaya çıkan evrimsel karakterler arasında sayılabilir.

Kaynak: Tübitak
  __________________________________________________________________________________

HEM KARADA HEM SUDA YAŞAYAN CANLILAR

Bu hayvanlar yaşamlarının bir bölümünü karada bir bölümünü de suda geçirir. Su kaplumbağası , kurbağa , su yılanı , timsah , kaz , ördek , martı , pelikan , karabatak ve penguen hem suda hem de karada yaşayan hayvanlardır.

Hem suda hem de karada yasadiklarindan iki yasamlilar anlamina Amphibia adi verilmistir. Gerek anatomi ve gerekse fizyolojik açidan baliklarla sürüngenler arasinda bir özellik gösteren Amphibia sinifi, omurgalilarin su disinda yasayan ilk grubunu olusturmaktadir. Devonien’in sonlarina dogru meydana gelen kuraklik nedeniyle, akcigerli baliklarin bazi populasyonlari yasadiklari ortamlardan çikarak karadan diger sulara geçmislerdir. Daha sonra da tüm sularin kurumasiyla zamanlarinin büyük bir bölümünü karalarda geçirmeye baslamislardir. Böylece Amphibia’yi olusturan ilk karasal hayvan grubu ortaya çikmistir. Amphibia’nin baliklarin en evrim geçirmis olan Telostei yerine in ilkel grubu olan Dipnoi’den meydana gelmesi ilginç bir evrimsel olaydir.

Omurgalilar su yasamindan kara yasamina geçerken, birçok degisiklikler meydana gelmistir. Bunlardan en önemlileri sunlardir:

DERI: Karasal hayvanlar sahip olduklari sert derileriyle su kaybini önlerler. Sucul hayvanlarda bulunan yumusak epidermis yerine bunlarda dis yüzeyi ölü hücrelerden meydana gelmis bir keratin kilif tarafindan kusatilmis sert epidermis tabakasi olusmustur.

AMNIOTIK YUMURTA: Karasal hayvanlar, karada yumurtlamak zorundadirlar. Böyle bir yumurtanin kuruma ve mekanik etkenlerden korunabilmesi için sert ve delikli bir kabuga, fazla miktarda yedek besin maddesine ve amnion, korion ve allantois gibi embriyonik zarlara gereksinme vardir. Ayrica iç döllenme ve döllenme sirasinda bir çiftlesme davranisi zorunludur. Bu tip yumurta ilk kez, karasal yasama çok iyi bir uyum göstermis olan Reptilia (sürüngenler)’da görülmüstür. Amphibia üyelerinin büyük bir çogunlugu yumurtalarini suya biraktiklarindan bu tip degisikliklere gereksinme duyulmamistir.

SOLUNUM: Karasal hayvanlarda, solungaçlar yerine akcigerler meydana gelmistir. Böyle bir yapi Dipteiformes (Dipnoi) takimi üyelerinde de bulundugundan akciger ile solunuma uyum oldukça kolay olmustur. Yalniz, farkli olarak karasal hayvanlarda akcigerin korunabilmesi ve su kaybinin önlenebilmesi için vücudun daha iç kisimlarinda yer almasi gerekli olmustur. Akcigerin konumunda meydana gelen degisiklik farinks, trakea ve brons gibi özel solunum yollarinin olusumuna neden olmustur.

DOLASIM: Akcigerlerin olmasiyla, dolasim sisteminde de bazi degisiklikler meydana gelmistir. Baliklarda solungaç dolasimi (Aort yaylari=solungaç damarlari) dogrudan dogruya ventral aortadan gelen kan ile saglanmaktadir. Karasla hayvanlarda aort yaylari, vücut dolasimini saglayan sistemik ve akciger dolasimini saglayan pulmonar olmak üzere iki sistemden meydana gelmistir. Buna bagli olarak kalpte ve akcigerlerden gelen kanin ayri ayri toplandigi iki kulakçik olusmustur.

HAREKET: Sucul hayvanlarda bulunan lob seklindeki yüzgeçlerin yerine, karasal hayvanlarda yürüme, kosma, tirmanma ve uçmaya uyum göstermis eklemli üyeler olusmustur.

DUYU ORGANLARI: Sucul hayvanlarda en fazla gelismis duyu organi koklamadir. Karasal hayvanlarda ise görme duyusu gelismis ve buna bagli olarak kurumayi önlemek korunmayi saglamak amaciyla bir göz kapagi olusmustur. Ayrica baliklarda yakini görmeye ayarlanmis olan göz mercegi de akomodasyon yapabilecek bir özellik kazanmistir. Sucul hayvanlarin yan çizgi sistemleriyle algiladiklari su titresimleri gibi normal sesleri de duyup duymadiklari bilinmemektedir. Yalniz ses iletimi havada sudan daha kötü oldugundan, karasal hayvanlarda çok iyi bir isitme organinin olusmasi zorunlu hale gelmistir.

BOSALTIM SISTEMI: Tatlisu hayvanlari protein metabolizmasinin son ürünü olan amonyagi, amonyum seklinde disari atarlar. Amonyum zehirli bir maddedir. Bu nedenle su ile yeter derecede seyreltilerek disari bosaltilir. Karasal hayvanlar suyu bu sekilde cömertce harcayamadiklarindan amonyum kus, ve sürüngenlerde ürik asite, memelilerde ise karaciger enzimlerinden olan Arginaze tarafindan üreye dönüstürülerek disari atilir.
Bu degisikliklerin tümünü ilk karasal hayvanlar olan Amphibia’da görmek mümkün degildir. Yalniz Amphibia’da da bu geçis sirasinda; deri hava basincina dayanabilecek bir yapi kazanmis, solungaçlar yerine akcigerler olusmus, dolasim sistemi akciger ve deri solunumunu saglayacak duruma gelmis, çift yüzgeçler yerine üyeler olusmus, hava ve su içerisinde görev yapabilecek duyu organlari gelismistir.

KARAKTERISTIK ÖZELLIKLERI

Derileri çok sayida salgi bezi içerir ve her zaman nemli ve yumusak bir sekildedir. Günümüzde yasayan üyelerinde dis pullar ve yüzgeç isinlari yoktur. Bazilarinda zehir bezleri bulunmaktadir. pigment hücreleri (kromotoforlar) renk degisiminde ve ortamin rengine uymada önemli görevler yapar.
Yüzme ve yürümeye yarayan iki çift üyeleri (Tetrapod), 4-5 veya daha az sayida parmaklari vardir. Bazilarinda üyeler körelmistir. Parmaklari arasinda genellikle bir zar bulunmaktadir.

Agizlari oldukça genis, yalniz üst çenede veya her iki çenede küçük disler mevcuttur. Iki tane olan burun delikleri agiz boslugu ile baglantilidir. Göz kapaklari hareketlidir. Bazi üyelerinde orta kulak zari disarida yer almistir.hareketli olan dillerini aniden disari firlatarak avlarini yakalarlar.
Iskeletin büyük bir bölümü kemik yapidadir. Omur sayisi çok degisiklik gösterir. Kaburgalarin mevcut oldugu durumlarda, bu yapilar sternuma baglanmaz.

Kalpleri iki kulakçik ve bir karincik olmak üzere üç gözlüdür. Vücut ve akciger olmak üzere iki ayri dolasima sahiptirler. Derileri kilcal damarlar açisindan oldukça zengindir. Alyuvarlari oval sekilde ve çekirdeklidir.
Solunum akciger, solungaç, deri ve agiz boslugu astariyla yapilir. Bazilarinda bir tek tip solunum görülmesine karsin digerlerinde bu dört tip solunumu da ayni anda görmek olasidir. Genellikle larva evresinde bulunan dis solungaçlar, bazilarinda yasam boyu varligini sürdürmektedir. Özellikle kurbagalarda ses çikarma telleri çok iyi bir sekilde gelismistir.

Vücut sicakligi çevreye bagli olarak degisiklik gösterir (Poikilothermus). Bu tip hayvanlara ektoderm hayvanlarda denir. Çünkü bu hayvanlar gerek duydugu sicakligi bulunduklari ortamdan saglarlar.

Beyinden 1O çift sinir çikar. Bunlara Cranial sinirler de denir.
Ayri eseylidirler. Döllenme iç veya dis döllenme seklinde olur. Çogunlukla ovipardirlar. Yumurtalari jelatin bir zar içerisinde olup yedek besin maddesi tarafindan fakirdir. Segmentasyon holoblastik tiptedir, fakat blastomerlerin büyüklügü birbirlerine esit degildir. Embriyonik zarlar yoktur. Genellikle suda geçen bir larva evresi ve metamorfozdan sonrasi ergin hale gelirler.

ÖRNEK TÜRLER
Ascaphus truei (kuyruklu kurbaga), Bombina bombina (Kirmizi kurbaga), Pelobates syriacus (Toprak kurbagasi), Bufo bufo (Sigilli kurbaga), Bufo viridis (Gece kurbagasi) Hyla arborea (Agaç kurbagasi), Rana ridibunda (Ova kurbagasi) Andrias japonicus (Dev semender), Salamandra salamandra (Ates semenderi),
  ___________________________________________________________________________________


Şempanzeler hakkında ansiklopedik bilgi

Şempanze Familyası: İnsansı maymungiller (Pongoidae). Yaşadığı yerler: Afrika'nın sulak orman kenarları. Özellikleri: Vücudu siyah tüylerle örtülü, hızlı tırmanıcı bir maymun. Eşi ve ailesiyle ağaçlarda yaşar. Meyve ve taze filizlerle beslenir. Ömrü: 40 yıl. Çeşitleri: Kambiya şempanzesi, Kululamba şempanzesi, Guinea şempanzesi, Şuvayfurt şempanzesi Ünlülarıdır.

Maymunlar (Primates) takımının Pongoidae familyasından, Afrika'nın Atlantik tarafındaki ormanların su kenarlarında ve savanlarda yaşayan bir türü. Kongo ve Gine'de bol rastlanır.

Vücudu siyah tüylerle örtülüdür. Ağırlıkları 45-50 kg kadardır. Boyları 1-1,5 metreyi pek geçmez. Erkekler dişilerden daha uzun olurlar. Şempanzelerin yüzü çıplak, kulakları iri, burunları küçüktür. Eski dünyanın kuyruksuz maymunlarıdır. Dudaklarını ileri uzatabilirler. İki ayak üzerindeyken ön ayakları dizlerine kadar gelir. Genç yaştakilerin yüzleri pembemsidir. Yaşlandıkça siyahlaşırlar. Başlarında saç ortadan ayrılır, zamanla dökülür.

Ağaçlara çok rahat tırmanır, yerde dört ayakları üzerinde yürürler. 60 ile 80 maymundan müteşekkil sürüler hâlinde dolaşırlar. Besin aramak için dört gruba ayrılırlar. Besin bulan grup, çıkardığı gürültülü seslerle diğerlerini de çağırır. Meyve ve tâze filizlerle beslenirler. Protein ihtiyaçlarını, ak karınca denen termitleri yiyerek karşılarlar. Bir termit yuvasına rastlayınca kendilerine ziyâfet çekmek için uzun süre oyalanırlar. Kopardıkları dalların filizlerini temizleyerek yuvanın içine sokarlar, kısa bir süre sonra dışarı çekerek üzerine tırmanan termitleri yerler. Bu usûlü arıların yuvalarından bal çıkarmak için de kullanırlar.

Gürültücü hayvanlardır. Gürültüleri üç kilometre uzaklıklardan rahatça duyulur. Geceleri ağaçlarda geçici olarak kurdukları yuvalarda barınırlar. Sâdece bir âileden müteşekkil küçük gruplar da vardır. Çoğu, her gece derme çatma yeni bir yuva kurar. Yağmurdan korunmak için üzerini dallarla örterler. Dişi şempanze yavrusunu çoğunlukla sırtında taşır. Maymunların içinde en zekileri olarak bilinirler. Küçük yaşta kolayca ehlileşirler. Bisiklete binme, masada oturma, topla oynama gibi birçok oyun öğretilebilir. Yaşlandıkça hırçınlaşırlar. Dişiler 8, erkekler 12 yaşında erginleşmeye başlar, ortalama 40 yıl kadar yaşarlar.

  ____________________________________________________________________________________

Şempanze-Kuyruksuz Maymunlar

Şempanzeler, akrabaları olan orangutan ve goril gibi iri yapılı ve kuyruksuz maymunlardır. İnsana şaşırtıcı ölçüde benzemelerinden ötürü bu maymunlar, gibonla birlikte insansı maymunlar adı altında toplanır (bak. Maymun). Şempanzelerin iki türü vardır. Bunlardan bayağı şempanze (Pan troglodytes) Batı Afrika, Zaire'nin kuzeyi ve Tanzanya'nın batısındaki ormanlarda yaşar. Yalnız Zaire'nin orta kesimlerinde bulunan cüce şempanze (Pan paniscus) ise az tanınan bir türdür.
Erkek şempanzenin ağırlığı 40 kg, dik durduğunda boyu 1,5 metre dolayındadır. Cüce şempanzeler daha küçük yapılı ve daha uzun bacaklıdır. Bayağı şempanze kaba ve siyah kıllarla örtülüdür. Burun bölgesinde beyaz kıllar da bulunur. Ayrıca gençlerin kalçalarında beyaz tüy tutamları dikkat çeker.
İnsanlar gibi şempanzeler de yüzlerindeki aynntılara bakılarak birbirlerinden ayırt edilebilir. Genç şempanzelerin açık renkli yüz derileri yaşlarıdıkça koyulaşır. Yaşlı olanlar kelleşmeye yatkındır. Şempanzeler doğal ortamlarında 50 yıl kadar yaşayabilir.
Dişi şempanze ilk kez, yaklaşık 12 yaşına geldiğinde doğurur. Daha sonra 3-4 yılda bir, tek bir yavru doğurur. Yavrular yaşamlarının en azından ilk beş yılını annelerinin yanında geçirir.

Toplu Halde Yaşayan Zeki Hayvanlar
 

Şempanzeler yağmur ormanları, dağ ormanları ve savanlar gibi çeşitli ağaçlık ortamlarda yaşar. Çevik birer tırmanıcı olmakla birlikte sık sık yerde de dolaşırlar. Gece olduğunda ağaç tepelerinde ince dalları büküp yaprakları sererek uyuyacakları yerleri hazırlamaya girişirler. Her gece yeniden yapılan bu yuvalar şempanzeleri yırtıcı hayvanlardan koruyacak ölçüde yüksektedir. Şempanzeler gündüzleri
erkek ve dişilerden, yalnız erkeklerden ya da yavrulu dişilerden oluşan küçük gruplar halinde bulunurlar. Bu gruplar yaklaşık 30 km2'lik bir bölgede yaşayan 80 ya da daha çok bireyin oluşturduğu topluluğun parçalarıdır. Şempanzeler dört ayakları üstünde ve parmak eklemlerine basarak yürürler. Kısa süreler için iki ayaklarının üzerinde yürüyebilmekle birlikte, yalnız elleri yiyecekle dolu olduğunda ya da saldırgan davranışlar gösterirlerken bu yola başvururlar.
Şempanzelerin temel besini meyvelerdir. Ama yaprak, böcek ve taze et de yerler. Bilimsel araştırmalar şempanzelerin bazen küçük bir arıtılop ve maymun gibi hayvanları avlayıp öldürdüklerini göstermiştir. Şempanzeler çevrelerinde bulunan nesneleri alet olarak değerlendirebilir. Dal parçalarıyla kann-calanyuvalarından çıkartır, yaprakları su toplamak ya da kirlenmiş postlarını temizlemek için kullanırlar. Genç şempanzeler büyük ölçüde daha yaşlı olanları izleyerek alet kullanmasını öğrenir.
Şempanzeler kendi aralarında çeşitli sesler ve mimiklerin yardımıyla iletişim kurar. Örneğin bol yiyecek bulanşempanze, baykuş ötüşüne benzeyen yüksek sesler çıkanp çığlıklar atar ve sert bir yüzeye vurarak türdeşlerine haber verir. Hayvanat bahçelerinde ve laboratuvarlarda eğitilen şempanzeler çeşitli işaretleri öğrenebilmekte, bilgisiyar kullanabilmektedir. Ama konuşmayı öğretme çabalansonuçsuz kalmıştır.
Zeki olmalanve öğrenme yeteneklerinin yüksekliği nedeniyle birçok şempanze yakalanı p hayvanat bahçelerinde ve sirklerde kullanılmaktadır. Para getiren bir iş olduğu için tuzak kurup yakalanan bu hayvanlar, yaşadıktan ormanların da önemli ölçüde yok edilmesi sonucu son derece azalmıştır.

  ___________________________________________________________________________________

  İnsanın Evrimi İlk Nasıl Konuştuk?
01 Temmuz 2011 Posted in Makaleler 
 
1860′lı yıllarda, Britanya Akademisi (British Academy) ve Paris Dilbilim Derneği (Societe de Linguistique de Paris), üyelerine dilin kökeni konusunda tartışmaktan kaçınmaları yönünde uyarı- da bulunmuşlardı. Gerekçeyse, hem baştan çıkarıcı hem de spekülasyonlara oldukça açık olan konunun, sonu gelmeyecek, verimsiz bir kuramlar silsilesi tehlikesini barındırması. Bir yüzyılı aşkın zaman sonra bile, dilbilim konusunda son 50 yılın en önemli isimlerinden olan Noam Chomsky, dilin evrimi ve barındırdığı beyinsel mekanizmalara ilişkin bilgi birikiminin, o sıralarda “ciddi bir sorgu- lamaya elverecek ölçüde olgunlaşmış olmadığını” söylüyordu.

Ancak şimdi, bu yönde ciddi çabalara girişmenin belki de tam zamanı. Son 10-15 yıldır, birçok disiplinden araştırmacılar konuşmanın kökenine değişik açılardan yaklaşırken, yeni tekniklerden olduğu kadar yeni düşünce biçimlerinden de yararlanıyorlar. Dilin kökeni sorusu, Chomsky’nin uzun süren egemenliği altındaki birçok dilbilimci için karanlıkta kalmıştı. Çünkü, Chomsky’nin gramer kalıplarının doğuştan geldiği ve evrensel olduğu yolundaki kuramı, bu dil yeteneğinin nasıl ortaya çıkmış olduğu sorusunu ister istemez dışlıyordu. Ancak evrimsel düşünce tarzının, biyolojinin birçok alanında esmiş olan rüzgarları, nihayet 1990′da dil- bilimcileri de ziyaret etti. Harvard’da bilişsel bilimler konusunda uzman Steven Pinker ve Yale’de psikolog olan Paul Bloom, o yıl Davranış ve Beyin Bilimleri dergisinde uzun bir makale yayımlayarak, dilin doğal seçilimle evrimleşmiş olması gerektiği iddiasını ortaya attılar.

Edinburgh Üniversitesi’nden dilbilimci James Hurford, bu Pinker-Bloom ortak makalesini bir dönüm noktası olarak tanımlıyor: “Chomsky’ci çevrelerde dilin evriminden bahsetmek, yasak olmaktan bir anda çıkıverdi.” Bu arada beyin görüntüleme teknikleri, sinirbilim (neuroscience) ve genetikte gerçekleşen gelişmeler, giderek büyümekte olan bir araştırmacılar ordusunu beynin ve biyolojik geçmişimizin derinlerine yönelme olanağı tanımış durumda.

Dil becerisi, araştırmacılar arasında uzun süre mucizevi bir özellik olarak ele alındıysa da, artık bilim adamları bu ‘mucize’yi bir anlamda daha küçük ve daha kolay irdelenebilir `küçük mucizelere’ bölüp öyle ele almayı yeğliyorlar. Bu her bir küçük bölüm, sözgelimi yüz ifadelerini taklit becerisi ya da birçok küçük hareketi birbiri peşisıra gerçekleştirmek gibi, birbirinden oldukça farklı olabilen yetilerden bir ya da birkaçını içeriyor. Artık, insan beyninin, bir noktaya gelip de aniden `konuşabildiğini’ keşfettiği fantezisi pek geçerli değil.

Araştırmacılar, onun yerine beynin “dilsel hazırlıklılık” dedikleri daha alçakgönüllü bir konuma ulaştığını, bu konumun da daha sonraki dilsel beceri basamakları için beyine yeni kapılar açtığını düşünüyorlar.

Dili evrimle birlikte ele alan çalışmaların 1990′lardan beri hızla artmasına karşın, yeni bulgular da hâlâ dolaylı ve yoruma açık; tabii çelişkilere de. California Üniversitesi’nden (Berkeley) beyinbilimci Terrence Deacon, “elimizde konuşma fosilleri olmadığına göre, kendisine işaret edebilecek bütün parmakizleri silinmiş olan dilin kökeninin, daha bir süre esrarını koruyacağı kesin” diyor.

Ne Zaman Konuşmaya Başladık?

Arkeologlar, hayvanlararası iletişim ve insan konuşması arasındaki 5 milyon yıllık evrimsel `boşluğun’ içinde, insan davranışlarıyla ilgili çeşitli kilometretaşlarını belirlemiş bulunuyorlar. Sorun, hangi gelişmelerin dil becerisine işaret ettiği yolunda bir fikir birliğinin olmaması.

Sözgelimi, günümüz- den 2,4 milyon yıl öncesine tarihlenmiş ilk taştan aletler kimi araştırmacıya göre dilsel becerilerin varlığına işaret ederken, kimi de alet yapımının konuşmayla uzak yakın ilişkisi olmadığını savunuyor.

Bir başka başlangıç noktasıysa, araştırmacılara gore 2 milyon yıl öncesi. Bu, insansı (hominid) beyninin hızla büyümeye başladığı, dille ilgili iki temel beyin bölgesinin de (sol alın lobunda -frontal lob- yer alan Broca alanı , ve sol şakak lobunda -temporal lob- bulunan Wernicke alanı ) yapı içine dahil edildiği bir dönem.

Sözcüklerin içerdiği sesleri, ya da ses birimlerini üretme konusuna gelince, iskeletler üzerinde yapılan çalışmalar, atalarımızın 300.000 yıl kadar öncesinde, artık anatomik olarak “modern” duruma gelmiş olduklarını, trakenin (solunum borusu) üst kısmında bir delarinks (gırtlak) taşıdıklarını gösteriyor. Larinksin, diğer primatlarda olduğundan daha aşağıda yer alması, insanların çıkarabildikleri seslerin çeşit ve aralığını artırmakla birlikte, yemek borusundan aşağı giden yiyeceğin de solunum yoluna kaçmasını kolaylaştırıyor. Buysa bizi nefesin tıkanması ya da boğulma tehlikesine, diğer memelilere göre daha fazla maruz bırakıyor. Deacon’a göre böyle bir anatominin gelişmiş olmasının nedeni, olsa olsa konuşmaya hizmet etmek olabilir.

Genetik çalışmalarının da işaret ettiği bazı olasılıklar var. Geçtiğimiz yıl, Max Planck Evrimsel Antropoloji Enstitüsü’nden araştırmacılar, hem dil, hem de artikülasyon (konuşma seslerini ya da ses birimlerini çıkarma işlemi) işlevlerini etkileyen “konuşma geni” FOXP2′nin, doğal seçilimin bir hedefi olmuş olması gerektiğini ileri sürdüler. Araştırmacılara göre, sözkonusu genin uğradığı son mutasyon 100.000 – 200.000 yıl öncesinde gerçekleşerek, dilsel beceriler için yeni bir düzeyin temellerini atmış olabilir.


Dilin, belki de birkaç yüz bin yıl içinde dereceli olarak ortaya çıktığı, araştırmacıların çoğunun lehinde olduğu bir görüş. Ancak Pinker’a göre kesin olarak söyleyebileceğimiz tek şey, bildiğimiz anlamıyla gelişkin dil becerisinin, en az 50.000 önce, Avrupa’da yaşayan insanların sanat yaratıları geliştirip ölülerini törenlerle gömdükleri, yani akıcı dil kullanımına açık şekilde işaret eden sembolik davranışlarda bulundukları bir zamanda yerleşmiş olduğu.


Hareket Dil Bağlantısı

Dilin ne zaman ortaya çıktığı sorusunun yanıtı, öyle görünüyor ki nasıl ortaya çıktığı hakkındaki bilgi birikiminin artmasını bekleyecek. Son yıllardaysa, giderek artan sayıda araştırmacı, dilsel beceriler için, beynin motor (hareketle ilgili) bölgelerinde birtakım değişikliklerin gerçekleşmiş olması gerektiği yolundaki görüşü benimsiyor.

Deacon, dili hareketten çok sesle bağdaştırıyor olsak da, konuşmanın, bir motor etkinlik olarak ele alındığında daha iyi anlaşılabileceği düşüncesinde. İğneden iplik geçirmek ya da keman çalmak gibi “ince” motor becerilerin devreye girdiği durumlar gibi, konuşma da son derece ince ve hızlı işleyen bir motor kontrol mekanizması gerektiriyor. Larinks, ağız, yüz, dil hareketlerinin yanısıra nefes alıp verme hareketleri de, birbirleriyle olduğu kadar, bilişsel işlemlerle de çok iyi senkronize edilmek zorunda.

Bu nedenle, dille beynin bazı motor hareketleri (özellikle kendini ifade için kullanılan el hareketleri ve ağız-dil hareketleri ) kontrol eden bölgeleri arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarmaya yönelik araştırmalar derinleşmeye başlamış bulunuyor. California Üniversitesi’nden (San Diego) dilbilimci Robert Kluender, işaret dilinin de dahil olduğu bu jest ve mimiklerin incelenmesiyle, hayvanlararası iletişim ve konuşma arasındaki boşlukta yer almış olabilecek bir “ara davranışsal göstergeler” dönemiyle ilgili birkaç ipucu elde edilebileceğini söylüyor.

Yine birçok araştırmacı, el hareketleri ve yüz mimiklerinin temsil ettiği davranış biçiminin, hayvanların çıkardıkları seslere kıyasla konuşmaya çok daha yakın olduğu görüşünde. Pinker, diğer bütün memelilerde nefes alma ve ses üretiminin denetlendiği beyin bölgelerinin, konuşmayla ilgili alanlardan oldukça farklı yerlerde olduğuna dikkat çekiyor. İnsan-dışı primatların kendini tekrar eden ve sınırlı sayıdaki “alarm çağrıları”nın, dilin etkileşimsel ve çok bile şenli özelliklerini taşımadığını belirten bilişsel bilim uzmanı Philip Lieberman ise, aslında insansımaymun anatomisinin, insan konuşmasının fonetik açıdan düşük düzeyli bir biçimine benzetilebilecek bir tür `konuşma’ üretmelerine uygun olduğunu söylüyor: “Ancak bunu yapmıyorlar. İnsansımaymunların motor davranışları daha esnek ve toplumsal etkilşimle de daha ilgili olduğu için, işaret dilinde çok daha başarılılar. Bakışlar, ağız, yüz, el ve ayak hareketleri, sesli çağrı ve çığlıklardan çok daha etkili.”

Araştırmacıya göre dil becerisi için gerekli temeli atan kilit değişiklikler, bazal ganglionlar adı verilen ve bisiklete binmek gibi yinelemeli hareketleri denetleyen beyin bölgelerindeki `devreler’de gerçekleşti. Bu bölge, hem sözel hem de mimik ve jestlerle ilgili ardışık ve bileşik hareketleri olanaklı kılan bir “dizi oluşturma motoru”. Kanıt olaraksa, Parkinson hastalarını gösteriyor. Bu kişiler, bazal ganglionlarda gelişen hasar sonucu, denge ve harekette olduğu kadar sözdizimsel becerilerde de sorun yaşıyorlar.

Dil becerilerini desteklemek üzere, artikülasyon, işitme, planlama ve-bellek için olanlar da dahil, birçok beyin alanının gelişmiş olması gerektiği halde, Pinker’a göre özellikle de motor becerilerle dil arasında bu açıdan yakın bir bağlantı mevcut.

Chicago Üniversitesi’nde psikolog olan David McNeill’se bu konuda ilginç bir örnek veriyor: Örnek, tam belirlenememiş bir virüsün etkisiyle, boyundan aşağısı dokunma duyusuna tümüyle duyarsız hale gelen bir adamla ilgili. Adam, en basit bir hareketi bile, kayıp duyuların yerine geçen bilişsel ve görsel geribildirim yoluyla yeniden öğrenmek zorunda kalırken, konuşurken el ve kol hareketlerini otomatik olarak kullanıyormuş. Hatta araştırmacılar, ellerini hem kendi hem de dinleyicilerinin gözlerinden sakladıkları halde. McNeill, ellerin sesli konuşmayla doğrudan ilişkisi olduğunu söylüyor. Ona göre jest ve mimikler, yerlerini zamanla sözlü dile bırakan davranışsal birer fosil değil, dilin temel ve ayrılmaz öğelerinden.

Ancak, hayvanların `seslenme’ biçimleri ve çıkardıkları seslerdeki anlamlılığı gözardı etmek niyetiııde olmayanlar da var. Bu konudaki farklı görüşlerse, genellikle araştırmacıların uzmanlık alanlarının farklılığından kaynaklanıyor. Sözgelimi Harvard Üniversitesi’nden primatolog Marc Hauser, konuşmaya öncüllük etmek bakımından primat seslenişlerinin, bütün jest ve mimiklerden çok daha iyi adaylar oldukları görüşünde ve özellikle de primat alarm çığlıklarını sözcüklere benzetiyor. Afrika’daki bir maymun türünü ele alan bir çalışmadan örnek veren Hauser, maymunların, alarm çığlıklarında değişiklikler yaparak kendilerini tehdit eden hayvanın türünü (leopar, kartal, vs) de belirtebildiklerini hatırlatıyor. “Bu tür seslerin dille bağlantısı, sözel olmayan her- hangi bir işaretten çok daha fazla” diyor Hauser.

Pinker ve yandaşlarının çalışmalarından fazla etkilenmemiş görünen dilbilimciler de var. Etkilenmek bir yana, tüm bunların, beynin sözdizimi becerisini nasıl geliştirdiğini açıklamaktan çok uzak olduğunu savunuyorlar. Hawaii Üniversitesi’nden Derek Bickerton “Motor sistem, kas hareketleri içindir” diyor. “Buna göre de bu sistem, kendine olsa olsa dilsel üretim hattının sonunda yer bulabilir. Motor hareketlerden sorumlu beyin bölgelerinin yaptığı, sözgelimi fırlatma hareketinin gerektirdiği kas hareketlerini düzenlemekten ibaret. Yani o hareketle ilgili kasların, değişmez ve belli bir sırayla kasılmalarını sağlamak. Cümle kurmaksa çok farklı birşey: Oluşturulan kavramsal yapıya göre, fikir ve sözcükleri inanılmaz esneklikte ve sürekli değişebilir bir sıraya koymak.


Ayna Ayna…

Karşı-görüşler, yine de hareket dil bağlantısına olan ilgiyi azaltmıyor. Bunun bir nedeni de, 1996′da yapılan ve kuramı belki de ilk kez bu kadar güçlü bulgularla destekleyen bir keşif: maymunların beyninde bulunan bir “ayna nöronları” sistemi.

Ayna nöronlarının dille olan bağlantısı, insanların büyük sıklıkla yararlandığı ve dil için zorunlu kabul edilen taklit özelliğine dayalı. Papağanlar ve yunusların da ses taklidi yapabildikleri biliniyor. Ancak taklit, yalnızca memelilere atfedilebilecek bir özellik olmasa da insan-dışı primatlarda bile pek gelişkin değil. İnsan yaşamındaysa bambaşka bir yere sahip. Bebeklerin ilk sözcüklerini öğrenmelerinin yolu, taklitten geçiyor.

Ayrıca taklit, soyut bir simgeden ortak bir “anlam” oluşturmanın da tek yolu. California Üniversitesi (Los Angeles) sinirbilimcilerinden Marco lacoboni’ye göre ise “dilin kökeni üzerinde çalışan bilimadamlarının üzerinde durdukları ortak noktalardan biri.”

İtalya’daki Parma Üniversitesi’nden Giacomo Rizzolatti’nin yönetimindeki ekibin yukarıda sözü edilen keşfi yapmasıysa, bu nedenle birçok araştırmacıyı yeniden harekete geçirdi. Araştırmacılar, büyük ölçüde insana özgü olan taklit becerisinin öncülü olduğunu düşündükleri bir özelliği, maymun beyninde ortaya çıkardıklarını duyurmuşlardı. Çalışma- da, makak maymunlarında, F5 olarak anılan ve insanlardaki Broca alanına karşılık gelen bölgeden 532 nöronun elektriksel etkinliklerini kaydetmişlerdi. Bu nöronların, maymunların “hedefe yönelik” el ve ağız hareketleri sırasında (bir yiyeceğe uzandıkları zaman olduğu gibi) etkinleştikleri biliniyor.

Ancak ilginç olanı, maymunlar bir başka maymun, hatta insanı aynı hareketi yaparken izlediklerinde, F5 nöronlarının, sonradan “ayna nöronları” adını verdikleri bir alt grubunda da etkinleşme görülmesiydi. Güney California Üniversitesi’nden Michael Arbib’e göre bu bulgu, “dilin evriminin öyküsüne yepyeni kapılar ve yaklaşımların yolunu açtı. Öyle ya, beynin konuşma bölgesinde, yakalama ya da kavramayla ilgili bir ayna sisteminin işi neydi?” Araştırmacılar bu ayna hücrelerinin, yapılan gözlem ve ardından gelen ağız ve el hareketlerini bir araya getirici bir sistem oluşturduğu sonucuna vardılar.

Ayna nöronları, bugüne kadar makakların yalnızca iki beyin bölgesinde bulunmuş durumda; makak nöronlarının ortaya çıkmasını sağlayan ve tek bir beyin hücresinin etkinliğinin kaydedildiği teknik, henüz insanlara uygulanmış değil. Ancak lacoboni, insanlar için benzer bir devre; ” taklit için özel, sinirsel bir mimari yapı” belirlemiş olduğunu düşünüyor. Yöntemiyse, maymunlar için yapılan tek-hücre kayıtlarının sonuçlarını, insanlara ait fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleriyle (parmak hareketleri ya da yüz ifadelerini izlerken ya da taklit ederken) biraraya getirmek. Araştırmacı devrenin, Broca alanına ek olarak, biri temporal lobun üst kısmı, biri de parietal (yan) lobda olmak üzere, iki alan daha içerdiğini söylüyor. Bunlardan birincisi, işitileni anlamayla ilgili Wernicke alanıyla kısmen çakışıyor ve yüz-vücut hareketlerine tepki veren nöronlar içeriyor;

ikincisiyse makak maymununda görsel ve bedensel bilgiyi biraraya getiren PF bölgesine karşılık geliyor. lacobi’ye göre “insanda taklit mekanizması, bilinen dil alanlarıyla pekala çakışıyor.” Vardığı sonuçsa, Broca alanının bu ikili kullanımının, hareke tin tanınması, taklit ve dil arasında evrimsel bir sürekliliğe işaret ettiği.

Ayna nöronlarının, hareket ve konuşmanın denetimi arasında, şimdiye kadar bulunamamış sinirsel “geçiş halkası” oldukları düşünülüyor. Bu şekil de, 1950′lerde geliştirilen, eski bir kuram da anlam buluyor: “konuşma algılanmasının motor kuramı.” Buna göre, bebekler ilk sözcüklerini söylerken (taklit ederken) onlara kılavuzluk eden şey, sözcüğün akustik özelliklerinden çok (papağanlarda olduğu gibi), yüze verdiği şekil ya da hareket. Buna verilebilecek örneklerden biri, McGurk etkisi olarak biliniyor: Dinlediğiniz bir kayıtta “ba” hecesini duyduğunuz anda, bir başkasını “ga” hecesini telaffuz ederken biliyorsanız, duyduğunuzu sandığınız ses, büyük olasılıkla “da” oluyor; yani anatomik olarak ikisinin arasında bir ses.

Sonuçta konuşmayı algılarken, duyduğunuz sesleri, kendi kullandığınız üretim mekanizmasına başvurarak değerlendiriyorsunuz. Araştırmacılara göre insanlar, diğer hayvanlardan farklı olarak, içgörülerinden yararlanma yoluyla vücut hareketlerini bir başkasınınkiyle karşılaştırabiliyorlar. Buna bağlı olarak çocuk, sözgelimi annesi kendine el salladığında, ona aynı hareketle nasıl karşılık verebileceğini de biliyor.

Kuram, dilin evrimine uygulandığında yeni bir anlam kazanıyor. Yale Üniversitesi’nden psikolog Michael Studdert-Kennedy’nin çalışmaları da bu yönde. Araştırmacıya göre ayna nöronlarıyla, ilk kez olarak girdiyle çıktı arasında, (hareketin gözlenmesiyle taklidi arasında) doğrudan fizyolojik bir bağlantı kurulmuş oluyor. Rizzolatti ve ekibiyse, bu konuda yeni bulgular elde etmişler bile. Makaklardaki F5 hücrelerinden bir kısmının, yalnızca ‘anlamlı’ bir yakalama ya da kavrama hareketinin izlenmesi sırasında değil, hareketin oluşturduğu sese (fıstık kırma sesi gibi) bağlı olarak da etkinleştikleri gözlenmiş.

Arbib ise, bu ayna sistemlerinin başka davranışlar için de bulunabilecekleri ve beynin farklı bölgelerinde yer alabilecekleri görüşünde. Ayna nöronlarının, dil için kilit önemdeki yan beceriler için ilk somut nörolojik kanıtları oluşturduğu görüşü, yine de eleştiriden muaf değil. İçlerinde Pinker’ın da bulunduğu bazı bilim adamlarıysa, makakların ne de olsa konuşamadıklarını, hatta taklit de yapamadıklarını hatırlatıyor, varsayımları dışlamasalar da, bağlantının hâlâ bulanık noktalar taşıdığını vurguluyorlar.


İlk Sözdizimi Sözcüklerle mi, Ellerle mi?

Ancak ayna nöronları kuramı, ilk dilin (yani herhangi bir `sözdizimi kuralına bağlı olarak üretilen sembolik ses ya da jestlerin) sesli mi olduğu yoksa eller kullanılarak mı üretildiği sorularının her iki yandaşına da bir tür başvuru noktası olmaya devam ediyor.

Oyunu jest ve hareketlerden yana verenlerden Michael Corballis (Auckland Üniversitesi, Yeni Zelanda), ayna nöronlarının, kavrama-yakalamadan sorumlu beyin bölgelerinde bulunduğunu, dilin de bir milyon yıl kadar önce el hareketleri ve işaretleriyle başladığını düşünüyor. Konuşma yetilerini kaybeden insanların, bir işaret dilini hızla benimseyebiliyor olmaları da, araştırmacının dikkat çektiği noktalardan biri.

EI hareketleri ve yüz mimiklerinin konuşma ve iletişimde oynadıkları önemli rol ve FOXP2 geninde ki görece yakın sayılabilecek nihai mutasyondan yola çıkan Corballis, “otonom” konuşmanın 50.000 yıl kadar önce başlayan kültür patlamasından önce tam anlamıyla gelişmemiş olabileceği, ayna nöronlarınınsa kuramını desteklediği görüşünde. Araştırmacıya göre konuşma, elleri iş için kullanma gereksinimi ya da karanlıkta iletişim kurma gibi nedenlere bağlı olarak yeğlenir oldu. Bu nedenle de sözkonusu nöronların olasılıkla önce el hareketleri için evrimleştikleri, ses ve yüz denetiminiyse insansı evriminin oldukça geç bir döneminde ele almış olabileceklerini akla uygun buluyor.

Herkes aynı görüşte değil. Ve diyorlar ki, hareket ve dil birbirinden ayrılmaz olsalar da, dil temel olarak el değil, ağıza dayalı bir davranış. Texas Üniversitesi psikologlarından Peter MacNeilage bu kişilerden biri. Araştırmacı, maymunlarda ağız hareketlerinin (ama seslerin değil) insan konuşmasındaki hecelerin öncülü olduğunu, ayna nöronları sisteminin keşfinin de (özellikle de dudak şapırdatma ve fıs tık kırmayla etkinleşen son keşfin) görüşlerini desteklediğini savunuyor.

MacNeilage, beyindeki yardımcı motor bölgenin (ana motor bölgenin hemen bitişiğinde olup harekete ilişkin bellek ve hareket dizilerinde rol oynayan bölge) sesli ifadedeki fiziksel sınırlamaları denetleyebileceğini düşünüyor. Senaryosu da şöyle: Çiğneme, emme ve yalama hareketleri, Broca alanının öncülü olan bölgenin denetimi altında, iletişime yönelik farklı biçimler kazandı; dudak şapırdatma, dil şaklatma, dişleri birbirine vurma gibi. Bundan sonraki aşama, larinksi devreye sokarak bu davranışlara ses kazandırmak oldu. Bu varsayım, kimine göre ilk “anadil” olmuş olabilecek ve kendilerine özgü seslerle tanınan “tıkırtılı diller”de (bkz. “İlk Dil?”) larinksin kullanılmayışı gerçeğiyle de uyumlu.

Larinks devreye bir kez girdikten sonra da, birbirleriyle sınırsız biçimde birleştirilerek geniş bir sözcük haznesi oluşturabilecek bir sesler kümesi ortaya çıktı. Ve bu da kaçınılmaz olarak sözdizime ne (sentaks) kapıyı aralamış oldu.

“EI işaretleriyle iletişimin, bu tür kombinasyonlara elverecek düzeye ulaşmış olabileceğini hiç sanmıyorum” diyor MacNeilage. “Öyle olsaydı, hâlâ bunu kullanıyor olurduk. İşaretler sistemi bu derecede karmaşık bir düzeye gelmiş olsaydı, sesli konuşmaya geçiş için yeterince sağlam bir gerekçe de (gece karanlıkta konuşma gereksinimi dahil) olmayacaktı. İşaret dilinden sesli konuşmaya geçtiğimizi iddia eden hiç kimse de, bugüne kadar tatminkar bir geçiş kuramıyla öne çıkabilmiş değil.” Kimilerine göre de, bu “hangisi önce geldi?” tartışmalarının pek bir önemi yok; önemli olan, birinin diğeri olmadan gelişemeyeceği gerçeği.

İnsanların nasıl simgelerle düşünür hale geldikleri, ya da bir başkasının düşünce süreçlerinin nasıl bilincine varmaya başladıkları gibi daha derin soruların çözümüyse çok daha uzakta görünüyor. Araştırmacılar, bu konularda da gelişmekte olan beyin görüntüleme tekniklerine güveniyorlar. Belki bu şekilde, beyinde oluşan bir cümle için bir akış şeması bile oluşturulabilecek. Hauser ve ekibinin inancı, hayvanlarla yapılan araştırmalarla, sözcüklerin sonsuz kombinasyonlarla biraraya getirilmesi yeteneğinin hayvanlardaki davranışsal karşılıklarının bulunabileceği yönünde.

Arbib’in gözü de yeni ayna nöronları sistemlerinin keşfinde. Bickerton’a göreyse “bilinmeyenler alanı giderek küçülüyor. Sorun, alan sıfırlandığında çözülmüş olacak. Birileri ortaya çıkıp da `çözüm bende!’ dediğinde değil.”


İLK DİL

1980 yılında çekilen “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” adlı filmde, gökten gelen bir kola şişesi, tuhaf sesler çıkaran Afrikalılar’ın arasına düşer. Bu insanların tıkırtıyı andıran seslerle dolu heyecanlı konuşmaları, dünyanın dört bir köşesinden izleyicilere çok tuhaf gelir; bir o kadar da yabanıl..

Küçük bir gruba özgü bu dil hakkında yapılan birkaç araştırma, en eski atalarımızın da iletişim kurmak için tıkırtıya benzeyen sesleri kullandığına işaret ediyor. Son dil bilim araştırmaları, bu seslerin, dilbilim çözümlemelerinin sınırlarında, 10.000 yıldan da daha eski bir zamanda ortaya çıktığını; genetik verilerse, tıkırtılı konuşan toplulukların kökeninin günümüzden 50.000 yıl önceki bir ortak ataya dayandığını gösteriyor.

Bu sav henüz kanıtlanamamış olsa da, Stanford Üniversitesi’nden omurgalı canlılar sistematiği uzmanı Alec Knight’a göre, bugünkü tüm insanların ortak ataları olan insan topluluğunun savanada yaşadığı ve tıkırtı sesleriyle iletişim kurduğu akla yakın geliyor. Knight, bugün yeryüzünde yalnızca 120.000 kişinin bu tuhaf seslerle konuştuklarını tahmin ediyor. Bu topluluklar, insanların konuşma yeteneğini nasıl geliştirdiklerine ilişkin yeni bir anlayış sağlıyorlar; özellikle de araştırmacıların farklı alanlarda elde edilen verileri bir araya getirdikleri düşünülürse. Çünkü, dilbilim, genetik ve arkeoloji alanlarında toplanan verilerin bir arada ele alınmasıyla çok fazla yol alınabilir.

Tıkırtıların Bağlamı Bugün tıkırtı sesleri, çoğu Botswana, Namibya ve Güney Afrika ve çevresinde yaşayan 30 kadar insan topluluğunun kendine özgü konuşma biçimlerinin bir parçası. Afrika dışında bilinen tek tıkırtılı dil, Avustralya’daki aborjinlerin yalnızca erkekliğe adım atma törenlerinde kullandıkları ve soyu tükenmiş bir dil olan “Damin” dili. Afrika’daki tıkırtılı konuşanlardaysa, günlük konuşmaların bir bölümü tıkırtı seslerinden oluşabiliyor; kimi kezse “sözler” tümüyle yitiyor.

Tıkırtı sesleri öteki “sözsüz” seslerden, usta dil hareketleri ve havanın ağzın içine doğru hareketiyle ayrılıyor. ABD’deki Cornell Üniversitesi’nden dilbilimci Amanda Miller-Ockhuizen, bu seslerin gerçekte yalnızca çok güçlü telaffuz edilen ünsüzler olduğunu belirtiyor. Tıkırtılı diller konuşan topluluklar, ortak tıkırtı seslerine sahip; ancak dilleri birbirinden çok farklı. Kimi araştırmacılar, tıkırtılı dillerin birbirlerinden, İngilizce’nin Japonca’dan farklı oE ması kadar farklı olduğunu öne sürüyorlar.

Ancak bu çeşitliliğin değerinin henüz yeni anlaşılmaya başlandığı söylenebilir. 1960′lı yıllarda, etkili bir dilbilimci olan Stanford Üniversitesi’nden Joseph Greenberg, tüm tıkırtı dillerini aynı şemsiyenin altına koyarak, “Khoe” adlı çoban topluluğu ve “San” adlı avcı-toplayıcılardan esinlenerek “Khoisan Dil Ailesi” olarak adlandırmıştı. Bugünse tarihsel dilbilimciler, Greenberg’in sınıflandırmasına karşı çıkarak Khoisan’ı daha sıkı çözümleme yöntemlemleriyle ele alıyor ve birkaç dil grubuna ayırıyorlar.

Son çalışmalar, Khoisan dil ailesindeki dilleri coğrafi ve dilbilimsel özelliklerine göre en azından üç farklı sınıfa ayırıyor. Crawhall, bu dillerin birkaçının bilinen hiçbir dil ailesine uymadığını da belirtiyor. Örneğin, 1995 yılında, Kuzey Arizona Üniversitesi’nden (ABD) Bonny Sands, tıkırtılı konuşanların çoğunluğundan 2000 kilometre uzakta, Tanzanya’nın kuzey bölümünde yaşan 1000 kadar “Hadzabe” insanınca konuşulan “Hadzane” dilini, dilbilgisi, anlamlar ve sesler bakımından yeniden ele almış. Araş- tırman, bu dilin bilinen herhangi bir dil ailesiyle ilişkili olduğunu kanıtlayamamış; Bu dil, dilbilimsel açıdan da bilinen hiçbir dile benzemiyor.

Bu bulgu, Hadzane dilinin öteki tıkırtılı dillerden farklı bir kökene sahip olduğuna ya da hem bu dilin hem de bugünkü öteki tıkırtılı dillerin çok eski bir tıkırtı dilinden kaynaklandığına işaret ediyor olabilir. Sands, tıkırtılı dillerin hep birden fazla sayıda olageldiğini düşünüyor; ancak, en başta tek bir tıkırtılı dil ailesi vardıysa, bunun günümüzden on binlerce yıl öncede kaldığını belirtiyor. Bu, dil bilim araştırmalarının inceleyebileceğinden çok daha eski bir zaman dilimi.


Eski Toplulukların İzinl Sürmek

Tıkırtılı konuşanlarla ilgili genetik veriler toplayan araştırmacılar da var. Bu veriler, genellikle dilbilim verilerinden çok daha eski bir geçmişe ışık tutabiliyor. 1992 yılındaki bir araştırma, DNA’larındaki çeşitliliğin fazlalığına dayanarak, Hadzabelein geçmişi çok eskilere dayanan bir topluluk olduğuna işaret ediyordu.

Daha yakın bir zamanda, geçtiğimiz yıl düzenlenen bir fiziksel antropoloji toplantısında, Maryland Üniversitesi’nden genetikbilimci Sarah Tishkoff, Hadzabelerin ve Afrika’nın güneyinden, tıkırtılı konuşan bir başka topluluk olan Sandaweler’in DNA’larında büyük bir çeşitlik bulunduğunu bildirdi.

Bu toplulukların ve dillerinin kökeni konusundaki bulmaca, Knight’ın ve Stanford Üniversitesi’nden antropolojik genetik uzmanı loanna Mountain’ın ilgisini çekmiş. Geçtiğimiz yıl, yalıtılmış Hadzabeler ve güney Afrika’daki Sanlar arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmak için genetik verilerden yararlanmaya karar vermişler. Hadzabeler’in yakın bir geçmişte Tanzanya’ya güneyden göç etmiş olabileceklerini, ya da Sanlar’ın güneye göç etmiş kuzeyli gruplardan birinin parçası olabileceğini düşünmüşler. Araştırmacılar, iki topluluğun genetik özelliklerinde ortak bir mirasa rastlamayı beklerlerken, veriler bunun tam tersini göstermiş.

DNA’nın belli bölümlerindeki benzerlikler, akrabalığa işaret eder. Knight, Mountain ve arkadaşları, 49 Hadzabe’nin ve Tanzanya’daki başka üç topluluktan 60 kişinin mitokondri DNA’larını ve Y kromozomlarını incelemişler. Namibya ve Botswana’daki bir başka San topluluğu olan “luhoansi”lerden de Y kromozomu verileri toplamışlar. (“1uIfoansi”ler “!Kung” olarak da biliniyorlar.)

Araştırmanın sonunda, Hadzabeler’le Sanlar’ın birbirleriyle akraba olmadıkları ortaya çıktı. Gen dizilişleri, geçmişlerinin çok erken bir aşamasında bu iki grubun yollarının ayrıldığını, hiçbirinin yakınlarda kuzeye ya da güneye göç etmemiş olduklarını gösterdi. Crawhall araştırmanın, Hadzabeler’in, en eski tıkırtılı konuşanlar topluluğundan ayrılan ilk gruplardan birinin soyundan geldiğini gösterdiğini belirtiyor.

Kimi araştırmacılar, Hadzabeler’le tüm öteki tıkırtılı konuşanlar arasındaki ayrımın, 100.000 yıl gibi çok çok eski bir zamanda gerçekleştiğini düşünseler de, Knight’a göre bu ayrım günümüzden 70.000 – 50.000 yıl önce gerçekleşmişti. Bu, aşağı yukarı, modern insanın, -kimilerine göre dilin gelişmesinden sonra- Afrika’dan çıkarak dünyaya yayıldığı öne sürülen zaman aralığıyla da örtüşüyor. Ancak, Knight, araştırmalarının en az kesinlik içeren bölümünün tarihlendirme olduğu uyarısını yapıyor.

Tıkırtılı konuşmanın kökeninin bu kadar eskiye tarihlendirilmesi, yıllardır, insanların 100.000 yıl önce kullandığı “sözcüklerin” yalnızca parmak şıklatma ya da bilek hareketleri gibi jestler olduğunu iddia eden, Yeni Zelaoda’daki Auckland Üniversitesi’nden Michael Corballis’e çekici geliyor. Corballis, “tıkırtılar’ın, dillerin otonom bir biçimde sözlü olmadığı zamana dayandığını ve jestlere, “sozel-öncesi” sesler eklemenin bir yolu ya da konuşma için bir basamak olduğunu düşünüyor. Knight’a göre, yalnızca atalarının avrı yaşam biçimlerini koruyan gruplar tıkırtılara gereksinim duymayı sürdürdüler; öteki tıkırtı dilleri, ilk insanlar yeni çevrelere göç ettiklerinde yok oldu.

Bu sav, Knight’a, avlanırken iletişim için sözlerin kaybolduğunu, yalnızca tıkırtıları kullandıklarını anlatan bugünkü Hadze beler’den toplanan verilerle de uyumlu. Bu durum, tıkırtılı konuşanlarla ilgili onlarca belgesel film çeken, ABD’de ki Watertown’dan (Massachusetts) lohn Marshall’ın da dikkatini çekmiş. Deneyimlerinden, av peşindeyken iletişim için yalnızca tıkırtıları kullanmanın çok işe yaradığını biliyor. Marshall ve Knight, konuşma seslerinin hayvanları kaçırdığını, tıkırtılarınsa, kuru çayırların çıkardığı sesleri andırdığı için hayvanları ürkütme olasılığının daha az olduğunu öne sürüyorlar.

Tüm bunlar akla yakın gelse de, tıkırtıların ilk dil olduğu kuramı, hiçbir biçimde kanıtlanmış değil. Knight’ın çalışmaları, Sands’in tıkırtıların tarihi konusundaki düşüncelerini kapsasa da, Sands, Knight’ın, verileriyle çok fazla şeyi açıklamaya çalıştığını düşünüyor.

Genetik özelliklerle dilin evrimi her zaman birlikte ilerlemez; bu durumda en fazla söylenebilecek şey, ikisinin birbiriyle bağıntılı olduğu. Yani, tıkırtıların insanların ilk dili olduğunu kanıtlamanın bir yolu yok.

Bu arada, California Üniversifesi’nden dilbilim tarihçisi Christopher Ehret gibi kimi araştırmacılar, hâlâ, Greenberg’ün tıkırtılı dillerin hepsini bir çatı altında toplayan sınıflandırma sistemini savunuyor ve genetik verileri önemsizmiş gibi göstermeye çalışıyorlar. Dahası, araştırmacıların çoğu tüm tıkırtılı dillerin eninde sonunda tek bir ata dilden kaynaklandığında ısrar etseler de, Sands, tıkırtıların, örneğin Avustralya’daki Damin’le ve Afrika’daki Hadzane’le birden fazla kez evrimleşmiş olup olamayacağını merak ediyor. Sand, tıkırtıların normal dil mekanizmasının bir parçası olduğuna ve çocukların konuşmayı öğrenirken tıkırtı seslerini çıkarmayı öğrendiklerine de işaret ediyor.

Araştırmacıların hepsi de, daha fazla çalışma yapılmadan hiçbir şeyin yerli yerine oturmayacağını düşünüyorlar. Knight ve Mountain, daha fazla gruptan DNA örnekleri toplamak için çabalıyorlar; Sands ve Crawhall’sa, başka tıkırtı dillerini de dilbilimsel özellikleri bakımından ele almak için. Sands, yeterince hızlı çalışamamaktan korkuyor. Çünkü, tıkırtılı konuşan gruplardan birinden geriye yalnızca on kişi kalmış. 2000 yılıyla karşılaştırıldığında bugün çok ilerlemiş olduklarını anımsatan Knight’sa, iyimserliğini koruyor.

KÖKLERDEN GÖKLERE

Eski metin ve bilgisayar benzetimleri, dilbilimcilerin sözcüklerin ve gramerin yüzyıllar içinde nasıl evrimleştiğini keşfetmelerine yardımcı oluyor.

Eğer günümüzün rahiplerinden biri, 11. yüzyıl İngilizce elyazmalarından biri olan “The Lord’s Prayer”ı (Tanrı’ya Yakarış) okumaya kalksaydı, Tanrı’nın yardımı olmadan onu anlayamazdı! “Heofonum” (Heavens, Gökler) ve “yfele” (evil, kötü) gibi, bir şeyler çağrıştırabilen sözcükler dışında, metnin büyük bölümü ona hiç bir şey ifade etmeyecekti. Hatta, metnin birebir yapılan çevirisi sonucun- da ortaya çıkan “Our daily bread give us today” (bizim günlük ekmeğimiz bize verin bugün) gibi gramer yapısı bilmeceden farksız cümlelerle başbaşa kalacaktı.

Araştırmacılar, dillerin genellikle binlerce yıl içinde yavaşça evrimleştiğini düşünseler de, birkaç yüzyıllık bir dönemde oluşan değişimler, ortaçağdan bu yana bilimadamlarının kafasını karıştırdı. İngiliz yayımcıların önderlerinden William Caxton, 600 yıllık bir metni okumaya çalıştıktan sonra 1490 yılında şu sözlerle yakınıyor: “Kesinlikle bu, İngilizce’den çok Almanca yazılmış gibi. Anlayamadığım gibi, anlaşılır hale de getiremedim.”

Bu tür metinlerin karşılaştırmalı olarak incelenmesi, araştırmacılara dilin nasıl bir evrimsel yoldan geçtiğini bulmalarında yardımcı oluyor. Dilbilimciler, yazılı tarihte, sözcüklerin ve gramerin geçmiş 1200 yıllık evrimini inceleyerek, dillerin gelişiminin ardındaki genel prensipleri anlamayı umuyorlar.

Philedelphia’daki Pennsylvania Üniversitesi’nden dilbilimci Anthony Kroch, dil ve dildeki değişimlerin 50.000 yıl boyunca aynı şekilde değişim gösterdiğini varsayarsak, modern dildeki değişimlerin, erken dönemde dillerin değişerek birbirinden nasıl ayrıldığına ışık tutabileceğini söylüyor.

19. yüryıldan bu yana bu ümit, araştırmacıları İngilizce, Fransızca ve öteki dillerdeki çeşitli gramer, yapı ve fonoloji değişimlerini kaydetmeye yöneltti. Son 30 yılda, konuya hem kuramsal hem de tarihsel açıdan yaklaşan çok sayıda dilbilimci, dikkatlerini bu değişimleri incelemeye yöneltti. Ayrıca dilbilimcilerse, incelemelerini işler durumdaki toplumsal ve tarihsel kuvvetler üzerinde yoğunlaştırdılar. Bilgisayar destekli dilbilim alanındaki gelişmelerle, araştırmacılar şimdi de, değişimlerin bir topluma nasıl yayıldıklarını ve çok dilli toplumlarda nasıl ortaya çıktıklarını anlamak için bilgisayarlı modellemeler yapıyorlar.

Benzetimler, bir zamanlar yalnızca insanın araştırmacı doğasıyla çözülebileceği düşünülen olguya yönelik çalışmalara duyarlılık katıyor. Cambridge Üniversitesi’nden lan Roberts bu konuda şöyle diyor: “Dil değişimleriyle ilgili yapılan bilgisayarlı modellemeler, henüz başlangıç aşamasın- da. Ancak, bu değişim mekanizmasının ardında yatan nedenleri anlamamıza şimdiden yardımcı oluyor.”

Vikinglerin Sesi

Dilbilimciler, dildeki değişimi bir paradoks olarak görüyorlar. Çocuklar, dili anne-babalarından, onlarla iletişim kurabilecek biçimde öğreniyorlar; dilin bir şekilde değişmesi için bir neden yok gibi görünüyor. Ancak, değişimin biçimi ve hızı dile göre değişse de, tarihteki metinler değişimin yaygın olduğunu gösteriyor. Klasik bir örnek gösterirsek, 10. yüzyılda İngilizce, günümüzde Almanca’da geçerli olan nesne-eylem yapısına sahipti. Buna göre cümleler şu şekilde kuruluyordu: “Hans must the horse tame” ( Hans zorunda atı ehlileştirmek ). 1400′lü yıllardaysa, nesne-eylem yapısı İngilizce’de bildiğimiz “Hans must tame the horse” ( Hans atı ehlileştirmek zorunda ) şeklinde kullanılıyordu. Almanca, basit gramer yapısını korurken, Fransızca da İngilizce’dekine benzer değişimi 16 yüzyılda yaşadı.

Araştırmacılar, bu tür değişimlerin nedenini bulmak için, onları çevreleyen tarihsel koşulları bulmaya çalışıyorlar.

Pennsylvania Üniversitesi’nden Kroch ve arkadaşlarının geçtiğimiz birkaç yıl içinde yaptıkları çalışmada, İngiltere’nin kuzeyinden ve güneyinden alınan dini metinler karşılaştırıldı ve su sonuca varıldı: Kuzey bölgelerde konuşulan İngilizce, 11. ve 12. yüzyıllarda Viking fatihlerinin, eski İngilizce konuşan yerli Anglo-Sakson kadınlarıyla evlenmeleriyle değişim sürecine girmiş, iki dilin bir araya geldiği evler, dilin değişimi için ortam olmuştu. Örneğin, Eski İngilizce’de kişi, sayı ve zamanı belirtmek için vurgulu sonekler vardı. Günümüzde, Eski Orta İngilizce olarak adlandırılan dili konuşanlar – belki de İskandinavların bütün eylem bi- çimlerini izlemekte zorluk çekmeleri nedeniyle – daha basit eylemleri kullanmaya başlamış ve günümüzdekine yakın, basitleştirilmiş bir sistem oluşturmuşlardı.

Dışarıdan gelen saldırılar ve öteki dış etkiler olmasa, diller uzun dönemler boyunca değişmeden kalabilir. Örneğin, Japonca ve İzlandaca, 800 yılından bu yana pek değişmemiş. Ancak araştırmacılar, yalıtılmışlığın değişmezliği garanti etmediğini de vurguluyorlar. Değişimler, gramer kaymaları ve dil konuşulurken meydana gelen küçük değişiklikler gibi içeriden kaynaklanan etkilerle de tetiklenebilir.

Fransızca, bu konuda örnek gösterilebilir. 16. yüzyıla kadar, eylem (E), her zaman ikinci sırada olduğu halde, bundan sonra konumu değişti. Nesneden (N) sonra, özne- den (Ö) önce geldiği sürece eylem, artık istediği konumu alabiliyordu. Modern Fransızca ve Modern İngilizce de bu ÖEN yapısına sahip. Örneğin, “Lors oirent ils venir un escoiz de tonnere” ( Sonra duydular onlar bir gök gürlemesi ” biçimindeki cümle, “Lors ils oirent un escoiz de tonnere” ( Sonra onlar bir gök gürlemesi duydular ) biçimine dönüştü.

13. ve 17. yüzyıllar arasında, her yüzyıldan örnek birer metni karşılaştırarak belgeleyen Roberts, değişimlerin Orta Fransızca konuşanların özne adıllarının üzerindeki vurguyu kaldırmasından ve dili öğrenen çocukların, adılları açıkça duymalarından kaynaklandığını düşünüyor. Roberts, fonetik gerilimdeki bu azalmayı, yazılı dildeki değişimlere bağlıyor. Örneğin, özne adılları, daha önce, “I only” (ben sadece) gibi niteleyicilerle birlikte kullanılırken, sonra bu niteleyiciler kullanılmamaya başlandı. Roberts, bunun sonucunda, vurgunun azaldığını söylüyor. “Özne adılıyla başlayan cümlelerde, eylem dinleyiciye cümlenin ilk sözcüğü gibi geliyordu.” Bu anlam belirsizliği, eylemin her zaman ikinci sırada geldiği yapının sonu oldu ve ÖEN gramerinin yolu açıldı.

John Alır Kitabı

Yeni bir gramer yapısı, birden bire ortaya çıkamaz. Tek bir konuşmacı ya da dili yeni öğrenen bir yetişkin tarafından üretilen yeni bir sözcük ya da kalıbın neden olduğu değişim, öteki konuşmacılar tarafından yakalanıp sonraki kuşağa aktarılmalı. Tarihteki metinler, böyle bir değişimin tüm topluma yayılabilmesi için yüzyılların geçmesi gerektiğini gösteriyor. Washington DC’deki Georgetown Üniversitesi’nden dilbilimci David Lighttoot’a gore, geniş ölçekli dil dönüşümünü anlamanın anahtarı, bir kuşakta yayılan yeni biçimlerle, kuşaklar boyunca oluşan büyük gramer kaymaları arasındaki bağlantı. Bu bağlantı, ona ve birçok başkasına göre, bir dilin kazanımı demek.

Çocuklar, bir önceki kuşakta oluşan bir değişimi basitçe ileriye taşıyabilirler. Ancak, Lightfoot’a göre bundan da önemlisi, çocukların öğrenim süreçlerine bağlı olarak bir gramer kuralını farklı yorumlayarak değişimlere bizzat neden olabilmeleri. Yetişkinler gibi, bir şekilde farklı bir gramer sistemini kullanmaya başlayabilirler. Kuşaklar boyu tekrarlanan bu durum, dilin dramatik bir şekilde yenilenmesine yol açabilir.

Chicago Üniversitesi’nden Partha Niyogi gibi bilgisayar tekniklerini kullanan dilbilimciler, bu tür evrimlerin dinamiğini anlayabilmek için, bilgisayar modellerinden yararlanıyorlar. Amaçları, toplumdaki bireysel değişimlerle dildeki değişimlerin ilişkisini çıkarmak. Niyogi, bunu dilin değişim öyküsündeki ana unsur olarak adlandırıyor.

Niyogi ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsünde bilgisayar bilimcisi olan Robert Berwick, bu unsuru dış hatlarıyla çözme girişimlerinden birinde, dilin kuşaklar arasında geçişini canlandıran modeller oluşturdular. İki tip konuşmacıdan oluşan sanal bir topluluğu ele alarak işe başladı. İlk tip, bir grup gramer kuralları kullanıyordu. Örneğin, İngilizce’de olduğu gibi, tüm yapılarda eylem-nesne sırası kullanıyor ve “John buys the book” (John kita- bı satın alır) ya da “I know that John buys the book” (Ben biliyorum ki John kitabı satın alır) gibi cümleler oluşturuyordu. Öteki grupsa farklı bir gramer, Almanca’dakine benzer bir gramer kullanıyordu (ilk eylem ikinci konumda, ancak ikinci eylemin nesnenin ardında). İkinci grameri kullananlar da ilkini kullananlara benzer cümleler (“John buys the book” gibi) oluşturmakla birlikte, başka yapıda (“I know that John the book buys”) cümleler de ortaya çıkıyordu. Araştırmacılar, bu topluluktaki çocuklar için, her bir öğrencinin yetişkinlerle dilsel ilişkisi doğrultusunda, mantıksal adımlarla gramer kurallarını kavradığı bir öğrenme dizisi yarattılar.

Bu sanal topluluğun dillerindeki davranışları kuşaklar boyunca izleyen Niyogi ve Berwick, şaşırtıcı birtakım sonuçlar çıkarmaya başladı. Topluluk beklenenin tersine, ne çoğunluğun kullandığı grameri kaçınılmaz bir şekilde benimsiyor ne de iki gramerin basit olanını yeğliyordu. Bunların yerine, “John buys the book” gibi, daha az belirsizlik taşıyan, daha basit olmakla birlikte iki gramer tipine de ait gibi görünen “belirsiz” cümleleri daha az barındıran gramer tipi galip geliyordu. Bir başka deyişle azınlık, gramerce “belirsiz” cümleleri çoğunluğa göre daha az oranda ama sürekli kullanıyorsa, grubun tümü, zaman içinde azınlığın gramerine yöneliyordu.

llk kez Nisan 2002′de Harvard’daki Uluslararası Dil Evrimi Konferansı’nda çalışmayı sunan Niyogi, daha sonra bunu bir kitap olarak da yayımladı. Niyogi, burada, bir avuç bireyin konuştuğu değişik bir gramerin, köklü bir grameri bile değiştirebileceğini bulmalarına değiniyor. Buna göre, değişik grameri kullanan bireylerin kullandığı çapraşık cümlelerin oranı, köklü gramerinkinin altına inene kadar, baskın gramerin üzerinde kuşaklar boyunca herhangi bir tehdit oluşturmadan kalma- sı da olası. “Örneğin, sosyokültürel etkenler nedeniyle, azınlık İngilizcesi konuşanlar, “John buys the book” gibi tek cümlecikten oluşan cümleleri kullanmaktan vazgeçebilirler. Bu, konuşmaları daha karmaşık yapsa da, gramer olarak daha az çapraşık hale getirebilir. Bu durumda dili öğrenenler, çok cümlecikli yapıları daha sık duyacaklar.

Niyogi’nin önerdiği değişim mekanizmasının kendi dil kazanımı anlayışlarına iyi uyduğunu söyleyen Maryland Üniversitesi’nden dilbilimci Norbert Hornstein, “Biraz iyi bilgi çok miktarda kötü bilgiye karşı koz olarak kullanılabilir” diyor. Ayrıca, küçük yerel değişimlerin nasıl bütün topluma yayıldığının da olası bir açıklaması olduğuna değiniyor. Bu değişim öyküsünün gerçekle uyuşup uyuşmadığını anlayabilmek için, bilgisayar modellerinin gerçek dünyayla karşılaştırılması gerekiyor. Ne var ki Niyogi, bunun yıllar süreceğini düşünüyor.

Bununla birlikte, daha geniş bir bakış açısıyla, araştırmacılar bilgisayarlı yaklaşımı, ana hatlarıyla gerçek dünya canlandırmalarıyla zaten eşleştiriyorar. Örneğin, Cambridge Üniversitesi’ndeki dilbilimcilerden Ted Briscoe, iki ya da daha çok grubun birbiriyle uzun süren etkileşiminden doğan dilleri modelledi. Özellikle, 1860 ile 1930 yılları arasında yerlilerin, Avrupalıların ve Çin, Portekiz ve öteki ülkelerden gelen işçilerin etkisiyle gelişen Hawaü İngilizcesi’ni ele aldı. Briscoe’nun benzetimi, küçük ama değişik diller konuşan bir grupla başladı ve yetişkin göçmenlerin dönemsel olarak katılımıyla şekillendi. Bulduğu, çocuk ve dili yeni öğrenenlerin doğru karışımı sağlandığında, iki kuşak sonra ÖEN cümle yapısının ortaya çıktığıydı. Bu, Hawaii dilinin ÖEN cümle yapısı dahil, birçok özelliğinin ikinci kuşak dil öğrenenlere kadar kararlı hale gelmediğini gösteren öteki deneylerle uyuşuyor.

Chicago Üniversitesi’nden toplumbilimci Salikoko Mufwene, dil değişim mekanizmasının ayrıntılı resminin, bilgisayarla çalışan araştırmacıların çok özel bağlamlarda başarılı olmasıyla ortaya çıkacağı görüşünde. Örneğin, sekiz Avrupalının ve iki Afrikalı kölenin yaşadığı bir evde konuşulan dillerdeki değişimleri modellemek, daha geniş kitlelerdeki dil evrimini aydınlatmaya yardımcı olabilir. Mufwene, şöyle açıklıyor: “Bu örnekteki iki Afrikalı, yeni ortamda o kadar kaybolacaklar ki, birkaç ay sonra Avrupa dilinin bir uyarlamasını ikinci dil olarak konuşuyor olacaklar. Afrikalılardan birinin, bir be yaz sömürgecinin çocuğunu taşıyan bir kadın olduğunu varsayalım. Çocuk, babasının dilini konuşma eğiliminde olacak; çünkü evde konuşulan baskın dil bu. Çocuk büyüdüğünde, yeni kölelerin çocukları için bir örnek olacak. Yerli olmayanlar, toplumun yeni ortaya çıkan dilinde çok sınırlı bir etkiye sahip olacaklar.”

Mufwene’ye göre, eğer çok sayıda yeni kölenin gelmesiyle topluluk önemli ölçüde genişlerse, etkileşimin dinamiği değişecek ve anadili Avrupa dillerinden biri olmayan daha fazla sayıda birey örnek rolü üstlenecek. Bu durumda çocukların, yerli olmayanların konuştuğu dilden daha fazla etkilenmesi kaçınılmaz olacak. Bu çocuklar, yeni kazandıkları dil yapısını sonraki kuşağa aktaracaklar; zamanla yeni bir Avrupa dili türevi ortaya çıkacak. Mufwene, bu yolda ayrıntılı modellemelerin yapılmasıyla, toplum gelişiminin yapısı ve nüfus kaymaları gibi, araştırmacıların gözden kaçırmış olabileceği önemli etkenlerin ortaya çıkacağı görüşünde.

Bhattacharjee, Y., “From Heofonum to Heavens”, Science, 27 Şubat 2004
Çeviri: Alp Akoğlu
 _______________________________________________________

İLGİLİ LİNKLER
1)İnsan Zekasının Evrimi; Zekamızın Sosyokültürel Önemi ve Yanılgıları
          2)Canlılığın Evrimi – 1: DNA, Nükleotit, Kromozom, Gen: Nedir, nasıl çalışır?
   3)Hayat Molekülleri”nin Nasıl Doğru Dizildiği, İşlevleri,Çalışma Prensipleri
4)Evrim’in Kanıtlarına Örnekler

______________________________________________________

EVRİM İLE İLGİLİ VİDEOLAR


 




















Evrim Savunucu Bilimadamı Richard Dawkins




 
 



 


 


 

 

 
 
 
 
 
 
 

 

 
Toplam 74771 ziyaretçi (153277 klik) Kişi Buradaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol